Muhyiddin Abdal’ın “İnsan
insan derler idi / İnsan nedir şimdi bildim / Can can deyu söylerlerdi / Ben
can nedir şimdi bildim.” diye bir şiiri var, bilenler bilir. İnsanın ne
olduğunu, yani ontolojik olarak nasıl bir keyfiyete sahip olduğunu, alt limit
olarak –buna dereke der eskiler- nerelere alçalabileceğini (Eylül’ün,
Leyla’nın, Özgecan’ın katilleri gibi), üst limitte –buna da derece deniliyor-
nerelere çıkabileceğini (ömrünü iyi olmaya, iyilik yapmaya, iyileştirmeye
adamış tüm salih kullar gibi) ve bu doğrultuda hangi alçaklıkla veya yüce ahlak
ile neler yapabileceğini bildim, demek istiyor kanımca.
İnsan denen karmaşık-muammanın nasıl bir varlık olduğuna
dair sorulara cevap arayan nice mütefekkir, âlim, arif zat cevapları muvacehesinde
insanları aydınlatmaya çalışmış ve genellikle müspet yönlerini öne çıkarmış.
Örneğin Mevlana (k.s.) "Ey Tanrı kitabının örneği insanoğlu! Ey şahlık güzelliğinin aynası
mutlu varlık. Her şey sensin. Âlemde ne varsa senden dışarı değil. Sen ne
ararsan kendinde ara, çünkü her varlık sende." diyerek insanın alt
derekelerden yükselip kâmil olma yolunu aydınlatacak işaret fişeğini yakmış.
Veya Niyazi Mısrî hazretleri: “Âdem dedikleri endişedir, gayr-i adem üstuhan
ü rişedir.” der, yani insan
dedikleri düşüncenden ibarettir, yoksa gerisi kemik ve kıldır. Bu sorulara
cevap arayan feylesoflar ise insanın bir yönünü öne çıkarmış. Mesela Konfüçyus
insanın, öğrenme, Thales araştırma,
Sokrates sorgulama, Platon toplumsal olma, J.Locke deneyen
bir varlık olma, Hegel sistematik olma yönünü öne çıkarmış. Peki bütün
bunları iyilik yani iyi bir insan yolunda yapmayan kişi ne olur, neye dönüşür?
Bu hususta başvurulacak en önemli kaynağın insanı halkeden
Yaratıcının kelamı olsa gerek diye düşünüp bir sıfatı da “Furkan” olan yani “ayırt edici, ayrımına vardırıcı” olan Kur’an-ı
Kerim’de insan için hangi sıfatlar kullanılmış, diye merak ettim. Yaratan,
yarattığını en iyi bilir, onu en iyi tarif eder, düşüncesiyle. Tabii burada
maksadım insanın yaratılış itibariyle tabiatında-tıynetinde, hamir-i mayesinde
ne gibi hususiyetler olduğunu kavramaya çalışmak. Gözüme çarpan birkaç örnek
vereyim:
* “Ve kânel insânu acûlâ: İnsan çokça acelecidir.” (İsra
Sûresi-100.ayet)Aceleci olmak, ne konuda? Ayetin evvelinde insanın hayrı çağırdığı
gibi şerri de kötülüğü de çağırdığını ifade ediyor. Peki insan neden yaptıklarıyla,
söyledikleriyle hayır-iyilik zannederek kötülüğü çağırmış olur. Tabii ki
cehaletinden, sabırsız oluşundan? Hz. Musa ile Hz. Hızır kıssasında olduğu
gibi. Hani diyor ya Hz. Hızır: “Ey Musa,
benim bilgim ve senin bilgin Allah’ın (cc) bilgisinden ancak şu serçenin
denizden aldığı yudum kadar eksiltebilirler.” Düşünün bunu söyleyen Hz.
Hızır ve söylediği kişi ise bir peygamber. Yani mülk ve melekut âlemi hakkında
insanlar içinde en çok bilgi verilmiş olanlardan. Ve sonra Hz. Musa’nın
çıktıkları yolculukta yaşanan hadiselerin her birinde sebeb-i hikmetini
bilmediği ama zahiren yanlış gözüktüğü için aklın ve zevahirin sınırlılığını
unutarak aceleci davranıp sorular sormasına binaen Hz. Hızır’ın “Ben sana benimle dayanamazsın demedim mi?”
demesi. Bu misalden hareketle insanın ne kadar bilgilenirse bilgilendiğini
zannetsin ilminin pek az olacağını ve bundan dolayı hayrı şerr, şerri hayır zannedip aceleci
davranabileceğini söyleyebiliriz.
* “Ve kânel insânu katûrâ. İnsan çokça
cimridir." (İsra Sûresi-100.ayet) Ayette “Eğer siz Rabbimin
rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, o zaman da tükenir korkusuyla cimrilik
ederdiniz.” ifadesinden sonra bu gerçekliği aktarıyor. Şimdi şöyle bir
düşünelim. Allah’ın verdiği nimetlerden (mal-mülk-para-zaman-güç) ne kadarını böyle
bir vasfımız olmasın diye kendimiz dışındaki diğer insanlara, varlıklara
ayırıyoruz, harcıyoruz? İnsanların çoğu dualarında bile kendine cömert, bir
başkasına çok az.
* “Ve kânel insânu eksere şey'in cedelâ.
İnsan çoğu şeyde çokça tartışmacı-cedelleşen- savaşımcıdır.” (Kehf
Sûresi-54.ayet). Nakıs aklıyla tüm doğruları, hakikatleri kavrayamayacağını
akledemeyen insan yine sahip olduğu kıt bilgiye dayanarak ve çoğu zaman
zann’larından hareketle tartışır, cedelleşir,
hatta bazen işi şiddete başvurmaya kadar götürür.
* “İnnel insâne le zalûmun keffâr:
Şüphesiz insan çokça zalim, çokça nankördür.” (İbrahim Sûresi-14. ayet)
İnsan neden ve neye karşı zulmedicidir? Zulüm, haksızlık etme, hakkı teslim
etmeme, hakkını vermeme demek. Bu bağlamda insan, kendisini mücehhez ve
mükemmel bir şekilde var edene, kendine, sonra da etkileşime geçtiği herkese ve
her şeye az ya da çok, bilerek veya bilmeyerek haksızlık etmiyor mudur? Herkesin
ve her şeyin hakkını teslim etmek çok zor.. Allah bilmeyerek yaptığı
haksızlıklardan dolayı salih kullarını muaheze etmesin, affetsin.
Ve insanın keffar
oluşu.. Bunu iki veçhesiyle değerlendirecek olursak insan; hakkı, hakikati
bilerek- bilmeyerek veya işine öyle geldiği için veya sahip olduğu
dünyalıkları kaybetmemek için, az ya da çok, her zaman veya bazan örtmüyor mudur? Veya insan kendisini
yaratan, hayat veren ve Rabb olarak nimetlendiren, büyüten, yetiştiren,
yediren, içiren, çeşitli meziyetler veren, imkanlar, fırsatlar veren Allah’a;
veya hayatında kendisine en çok emeği geçen başta anne-baba olmak üzere diğer
tüm insanlara karşı az veya çok, bilerek, bilmeyerek nankörlük etmiyor mudur?
* “İnnel insâne hulika helûâ. Şüphesiz
insan çok hırslı-sabırsız-bencil- aç gözlü olarak yaratılmıştır. ” (Mearic
Sûresi-19.ayet)Geçmişte ve günümüzde gerek dar çerçevede gerek toplumsal
boyutta egoist, narsist, megaloman,
nobran, aşırı hırslı ve aç gözlü insanların yol açtığı hasaretleri, yıkımları
okuduk, gördük, biliyoruz.
Ayetlerde geçen “hulika” ifadesi “yaratılmak” anlamındadır.
Bu kelimenin “ahlak” kelimesiyle aynı kökten olduğunu da belirtmek istiyorum.
İnsanın yaratılışıyla alakalı bu gibi olumsuz özelliklerini mükellef olduğu
şartlar dâhilinde terbiye etmesi, törpülemesi, olumlaması veya doğru kanalize
etmesi için ise Allah kullarını yalnız, berduş ve serkeş bir halde bırakmamış,
doğru olanı bulması ve yapması için elçiler, kitaplar, suhuflar, uyarıcılar
göndermiştir. Allah’ın ekmel dini olan İslam’ın son elçisi Hz. Muhammed(SAV) bu
minvalde “Ben güzel ahlakı
tamamlamak-kemale erdirmek için gönderildim.” buyuruyor.
Yani şöyle de diyebiliriz: İlahî dinin asıl amacı insanın
güzel ahlaklı, kendine-çevresine-içinde bulunduğu topluma faydalı iyi insanlar
olmasını sağlamaktır. Yani insanın kâmil olması, yani “hayr’ul beriyye:
yaratılmışların-halkın en hayırlısı” olmasıdır. Ve bence insanoğluna emredilen
ibadetlerin tamamının özünde bu amacın gerçekleşmesi hedeflenmektedir. Eğer bu
amaca ulaştırmıyorsa ibadetlerin insana bu dünyada da ahirette de çok fazla faydasının
olmayacağı kanaatindeyim. Zira Samed olan Allah’ın, hiçbir kulun ibadetine
ihtiyacı yoktur. Yine Niyazi Mısrî’nin ifadesiyle şöyle diyelim: “Savm-u salat hac ile sanma biter zahid
işin, insan-ı kâmil olmaya, lazım olan irfan imiş.”
İnsanın insaniyetini sanki biraz daha fazla yitirdiği bu
meş’um bu devirde ise yaşadıklarımızı, şahit olduklarımızı düşündükçe Albert
Camus gibi "Her yutkunuşum karanlığa
gömüyor dünyayı, tiksiniyorum insanlardan. Ne acıymış meğer, ne yamanmış insan
olmak.” diyesi geliyor insanın.
Hele de meleklerin bile üzerine titrediği cennet kokulu
Aylan gibi, Umran gibi, Eylül gibi, Leyla gibi masum çocukların başına
gelenlerin şahidi oldukça, insan görünümlü yaratıklara hak ettikleri cezalar
verilmedikçe insan kalanların, vicdan ve insaf melekeleri körelmemiş olanların
göğsü daralıyor, yüreği kanıyor. Ve
Erdem Beyazıt’ın dediği gibi: “Dünyanın
en uzun hüznü yağıyor, yorgun ve yenilmiş insanlığımızın üzerine.”
İsmet Özel’in hiçlik yolundaki milenyum insanlarının
pervasızca tüketiş ve tükenişini dillendirdiği mısralarla noktalayalım yazıyı.
“Gitti giden, yerine
gelmedi başka biri
Orada
Duyumsatmadı kendini hiçlik bile.
Belli ki son yüzyılımız, göğsümüzden
Varla yok harman eden sesi uçursak
Diye bize verildi.”
Orada
Duyumsatmadı kendini hiçlik bile.
Belli ki son yüzyılımız, göğsümüzden
Varla yok harman eden sesi uçursak
Diye bize verildi.”