7 Mayıs 2017 Pazar

KIRK YAŞINDASIN


Bugün benim doğum günüm. Ne sarhoşum, ne yastayım, ne de bir bar taburesi üstündeyim. Çok şükür böylesine bohem, böylesine lümpen(paçavra), böylesine paçoz bir zihniyetle ve niçin var edildiğinin farkındalıksızlığıyla öylesine yaşayan bir idraksizlik, şuursuzluk ikliminde yaşamıyorum.. Kırk yaşımı tamamlamış olmanın yaşattığı girift duygular içindeyim sadece.. Öne çıkan ve baskın olan duygu ise beni yaratan ve bu günüme kadar yaşatan Rabbime şükür..  O ki beni yokluk dehlizlerindeyken insan olarak var olma şerefiyle müşerref kıldı. (Hiçlerden bir hiç olabilir veya cemadattan, nebatattan, hayvanattan bir varlık olarak halk edilebilirdim.) Hâlık, Bâri ve Musavvir(1) olan Allah’a sonsuz hamd u senalar olsun.
Bu düşünme iklimindeyken aklıma İnsan Sûresi’nin ilk ayetindeki o dehşetengiz ve sarsıcı ifade geldi: “Hel etâ alel-insâni hînun mined-dehri, lem yekun şey’en mezkûrâ- İnsan, ‘anılmaya değer bir şey, bir varlık’ olmadan önce uzun yıllar geçti, öyle değil mi?” Ayetten,  insanoğlu var edilmeden, adı anılır bir şey değilken dehr’de-felekte- kainatta uzun bir süre geçti, anlamı çıkarılabilir; ammavelakin kanaatimce, bilhassa müşahhas olarak her bir birey için: Sen ey zamanın bir diliminde, mukadder bir coğrafyada ve bir ana-babadan yaratılan insan! Senin, daha adın insanlar, melekler ve diğer şuurlu varlıklar arasında anılan, söylenen, ismi zikredilen bir varlık, şeylerden bir şey değilken kainatta çok süre geçti; nice insanlar, nice kavimler yaşadı, nice olaylar yaşandı..
Sen şimdi var edilmişliğin kayrasıyla-lütfuyla yaşa.. Yaşa ama bir hiç’ken nasıl var edildiğini ve de en mühimi niçin var edildiğini kavra.. Bunu yaparken de geçmişten-tarihten sana tevarüs etmiş gelmiş ilimden faydalan, yaşanmışlıklardan ders çıkar.. Bütün bunların sonucunda hayatını emrolunduğun “istikamet” üzere yaşa.. Ve de şunu unutma: Artık anılmayan bir şey değilsin, eşref-i mahlukattan bir var’sın.. Artık yokluk sen’in için yok. Sakın ha, “Bi daha mı gelecen dünyaya” zihniyetiyle yaşama! Ölüm bir son, hele de bir yok oluş değil.. Ölüm sadece asıl varlığın olan ve sana münhasır olan ve artık tekamül etmiş ruhunun bedenli ilk yaratılışından kurtuluşudur. Çünkü ruhun aslından-orjininden mütevellit sınırsız ve sonsuz ve feyyaz..
Ölüm, sadece hakikate aralanan bir kapı.. Bu kapıdan geçince bu denî dünyada, bu bela-imtihan dünyasında hakikatin önünde var kılınan tüm perdeler kalkacak.. Ve sen “yakîn’el aynel-yakîn” yani kesin olan bir bilgiyle ve kendi gözünle, yaşayarak “var” olmuşluğun ve var olan her şeyin “hakikatini” göreceksin.. Rabbine döneceksin..(3)  İşte gerçek uyanış, budur. (4)
İnsan işte, doğuyor, büyüyor, yaşına yaş katıyor.. Her şey fark etmekle, farkına varmakla başlıyor.. Her yaşta farkındalıkları artıyor..  
Ve nihayet kırk yaşına gelince nefsi, dönüp diyor ki kendine: Ey kul, kırk yaşındasın ve artık birçok şeyin farkındasın.. Ve gaiplerden bir iç ses diyor ki: Artık uzakta değil yakındasın.. Sen halâ feleğin iş ve işret, oyun ve eğlence çarkının aymazlığındasın.. Günlerin, gecelerin, ayların, yılların nasıl geçtiğinin saymazlığındasın..
Halbuki ne diyordu Mevlana (k.s.): “Hamdım, piştim, yandım.”  Artık sen, hamlık-çiğlik-toyluk-yavanlık evresinde değil, pişme-olma-olgunlaşma-erişkinlik evresinde hiç değil, yanma-kolay kolay yanılmama-yetişkinlik evresindesin.. Başını iki elinin arasına al, düşün ve taşın, artık kırk oldu yaşın..
Evet kırk yaş kanaatimce insan ömründe bir dönüm noktasıdır ve “kırk” önemli bir işaret levhasıdır. “Kırk” sayısının kültür, irfan dünyamızda da önemli bir yeri var. Şöyle bir bakarsak neler yok ki? Mesela üçler-yediler-kırklar inanışı(4); kırk’ı çıkmak, kılı kırk yarmak, kırk kere söylemek, kırklara karışmak; bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır, kırk yıllık Kâni olur mu Yani, kırkından sonra azanı teneşir paklar; kırkikindi yağmurları, kırk haramiler; Kırklareli, Kırkpınar güreşleri; kırk hadis, tarikatlarda 40 gün süren çile eğitimi vesair, vesair..
Bütün bunların yanı sıra dinî literatürümüzde var olan hususlar:
* Araf Sûresinin 142. Ayeti: “Musa'ya otuz gece süre verip sonra buna on gece daha kattık; böylece Rabbinin tayin ettiği müddet kırk geceye tamamlandı.”
* Başka bir örnek olarak Peygamber Efendimiz’in (SAV) bir hadis-i şerifinde buyrulduğu üzere mealen şeytanın, 40 yaşını geçtiği halde tevbe etmeyen için, "ey benim dostum, sen artık kolay kolay iflah olmazsın." demesi..
 * İbn-i Arabî (k.s.)’nin Füsus’ul Hikem’inde rastladığım ilginç bir bilgi: Hz. Adem’in kırk yaşında yaratılmış olması, Hz. İsa hariç tüm peygamberlere nübüvvetin kırk yaşında verilmiş olması.. (Doğrusunu Allah bilir.)
Bütün bu minvalden anlaşılacağı üzere “kırk” sayısında bir hikmet olduğu aşikar.. Cahit Sıtkı’nın otuz beş yaşı yolun yarısı, ömrün ortası olarak tarfilediği şiiri var ya böyle olmadığını da insan -Allah ömür vermişse- kırkında daha iyi anlıyor.. Çünkü yaşam ağacındaki çiçekler, meyveler, yapraklar bir bir azalıyor.. 
Şiir deyince hatırıma Ataol Behramoğlu’nun “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var.” diye bir şiiri de geldi. Ana izleği, bu dünyayı tüm nimetleriyle dolu dolu yaşamalısın, olan.. Birçok insanın ise kırk yaşına kadar geldiğinde öğrendiği çok şey var, o koca ömüre sığdırdığı bir şeyle örtüşmeyen..
İyisi mi biz yine hikmetin ve hakikatin kaynağına yönelelim. Kırkına kadar insan, ilahî mesajda “hubbuş-şehevat-şehvetlerin sevgisi, tutkusu” diye adlandırılan ve çoğu zaman şeytanın insanı -kendisi de meyyal olduğu için- kolaylıkla aldattığı olgularla, tutkularla (karşı cinse olan tutkunluk-aşk, soya dayalı itibar ve gücü kullanma, paranın-malın-zenginliğin çoğaltılması, bineklere-arabalara-yatlara-uçaklara düşkünlük, etkisini-yetkisini ve nüfuzunu artıracak şeylere malik olma, mevki-makama düşkünlükle) imtihan edilir.  
Bunlardan birine veya birkaçına Sezen Abla’nın tabiriyle “ben sende tutuklu kaldım /kendi hayatımdan çaldım / yedi cihan dolandım / bana mısın demiyor” diyenler, kırkından sonra da iflah olmuyor. Hâlbuki bu tutkuların, tutsaklıkların tamamı ayette de vurgulandığı üzere “dünyanın geçici metaıdır, menfaatleridir. Aslolan, kalıcı olan ve bütün bunlardan hayırlı olan ise Allah katında olan “meab, cennet ve rıdvan”dır.
Yazıyı Kur’an-ı Kerim’de geçen kırk yaş duasıyla nihayete erdireyim. Allah tüm iyi-salih kullarına hayırlı, sağlıklı, esenlikli uzun ömürler versin: “Nihayet insan olgunluk çağına ulaşıp, kırk yaşına geldiğinde der ki: «Ey Rabbim! Bana ve ana babama ihsan ettiğin nimetlerine şükretmemi ve senin razı olacağın salih amel işlememi ilham et. Benim neslimden gelenleri de salih kimseler kıl. Doğrusu ben tevbe edip sana yöneldim. Ve ben gerçekten Müslümanlardanım.” Ahkaf Sûresi 15. Ayet
Dipnotlar:
1. * El-Halık: “Her şeyi yoktan var eden, yaratan. Her şeyin varlığını ve yaşadığı sürece görüp geçireceği halleri, olayları önceden tespit edip ona göre ortaya çıkaran, meydana getiren” anlamında Allah’ın isimlerinden.
El-Bâri: “Yarattıklarını örneksiz ve emsale ihtiyaç duymadan yaratan, varlıkları yokluktan varlığa çıkaran, takdir ettiğini ve kararlaştırdığını varlık sahasında ortaya koyan” anlamında Allah’ın isimlerinden.
* El-Musavvir: “Her varlığa en uygun şekli veren,farklı suretlerde yaratan,tasvir eden,şelillendirip biçimlendiren” anlamında Allah’ın isimlerinden.
2. Bakara Sûresi-156: “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn- Muhakkak ki biz, Allah’ınız-Allah’a âidiz ve muhakkak ki biz, ancak O’na dönücüleriz.”
3. “İnsanoğlu uykudadır, ölünce uyanır.” Hadis-i Şerif’ine binaen.
4. * Üçler: Vücut, can ve ruhtur. Yediler : Dünya'ya ait olan dört ile insana ait olan üçten meydana gelir. Dört; ateş, rüzgâr, su ve topraktır. Üç ise can, canan ve çocuktur. Alevi inancına göre Kırklar, Allah’ın ruhları yarattığında yaratılan, her devir ve zamanda yeryüzünde bulunduklarına inanılan ermişlerdir. Bu kırk ermiş dünyanın çeşitli zamanlarında insan suretinde yeryüzüne gelmişler, ölümlerinden sonra da değişik kimliklerde yaşadıkları ve dünya durdukça da yaşayacakları kabul edilmektedir. Kırkların 23'ü erkek 17'si kadındır.

* Ayrıca Üçler-Yediler-Kırklar, Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Türklerin Anadolu'ya gelip yerleşmelerini ve devlet kurmalarını anlatan roman serisinin 6. kitabı. Orhan Bey dönemini ele alan romanın ana teması, kötülerin yarattığı fitne ile mücadeledir. Osmanlı’nın kuruluşunu anlatan Konak, Çatı ve Üçler-Yediler-Kırklar romanlarını üniversite yıllarında bitirme tezi için incelemiştim. Okumanızı tavsiye ederim. 

15 Nisan 2017 Cumartesi

YOL AYRIMI

Var edildiği cihanda kişioğlunun tekil yaşam süremeyip nesep veya sebep bağı ile toplumlaşması, bunun doğal bir sonucu olarak devletleşmesi ve bu devletlerin hangi hukuk nizamına göre yönetildiğini bir önceki yazımda irdelemeye çalışmıştım.  Tarih boyunca birçok yönetim şekliyle yönetildi insanlar. Bunlardan geçmişten günümüze en fazla rağbet göreni nesep asabiyetine dayalı Monarşi’dir. Tarih içinde insanoğlunun dünyanın hemen her yerinde, çoğu kez birçok insanın savaşlarda veya ülke içi karışıklıklarda bedelini canlarıyla ödedikleri birçok tecrübeyle monarşik rejimlerden vazgeçilmiş, vazgeçmeyenler ise halkın iradesinin yansıdığı meşrutiyet ile monarşiyi cem edip meşruti monarşiye geçmişlerdir. Tabii insanoğlunun daha iyi yönetim arayışlarında vardığı üst nokta demokratik cumhuriyetlerdir. Bugün Batı’da ve dünyanın birçok ülkesinde bu yönetim biçimi benimsenmiştir. İlginç olan ise son iki yüz asırdır kolonyal savaşlar sonucu bugünkü güç dengelerinin oluştuğu dünya düzeninde İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların vs. sonradan haritalarını çoğunlukla cetvelle çizdikleri daha önceki sömürgelerinde veya nüfuzunun etkili olduğu ülkelerde demokratik cumhuriyetlere geçişe geçmişte de günümüzde de izin vermeyişleridir. Bu tür ülkelerde ya ülke coğrafyasında azınlık durumunda olan bir aileye monarşik rejimler verilmiş ya da zihniyet olarak azınlıkta olan gruplar o ülkenin beyazları olarak bir şekilde (tek parti yönetimleri, baas rejimleri veya göstermelik demokratik yönetimlerde darbelerle ordunun egemen olduğu ve/veya ayar verdiği rejimlerle) yönetimde tutulmuş.. Bunda amaç zahiren bitmiş görünen sömürü düzeninin Batılıların çıkarına, maslahatına devam etmesi tabii ki.. Batılılar dünyaya egemen olalı beri demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi birçok cihanşümul olması gereken değeri zihinlerinin arka planında var olan “üstün ırk” düşüncesiyle sadece kendilerine layık görmüşlerdir. Yani “üstün ırk” düşüncesi sadece Yahudilerde veya Hitlerde olan bir sapık düşünce değil kanaatimce, Batı’nın tamamına teşmil olmuş durumda.. Dün ve bugün dünyanın envai yerinde dramatik bir şekilde yaşanan, vicdanı olanların, insan kalanların yüreğini dağlayan pek çok acı veren olay (kitlesel katliamlar, kimyasal veya konvansiyonel silahlarla yapılan kıyımlar, kuraklıktan kaynaklanan ölümler, Çin’de veya Arakan’da yaşanan zulümler gibi gibi gibi- saymakla bitmiyor) Batılıların kendileri dışındaki dünyaya pay biçtikleri rolü ve kıymeti gösteriyor. İşte bu yüzdendir ki Somali’de yüz binden fazla insan daha beş yıl önce açlıktan kırılırken kılları kıpırdamıyor, Suriye’de bir hunhar despot yüzbinlerce insanı katlediyor ama ilk hedef olmuyor veya Çin’de dini nikah-cenaze töreni yasaklanıyor kimsenin gıkı çıkmıyor..
Daha geçtiğimiz yıllarda Tunus’ta başlayan ve Arap dünyasına yayılan “bahar”ın kısa sürede tam da Batılıların her açıdan istedikleri şekilde “zemheri kış”a evrilmesi de bu yüzden, Güney Amerika ülkelerinin her on yılda bir iç karışıklık ve darbe dilemmasında yaşamaları da bu yüzden..    
Batı’nın medeniyet anlayışı, Toynbee’nin tariflediği gibi sadece yine bir sömürü-sömürgeleştirme aracı olan “teknolojide, bilimde ve gücün kişisel olmayan biçimde kullanılışındaki gelişme”ye dayalı ve  bu anlayışın “dürüstlükle ve ahlâkî gelişmeyle ilişkisi olmayan” bir zihnî altyapısı var. Onlar için kıymetli olan sadece kendileri ve kurdukları düzenin devamı.. Dünyanın geri kalanı ancak bu amaca hizmet için var olabilir; “kendisi” olarak, “özgür” olarak, “eşit” olarak, “onurlu” olarak var olamaz, yaşayamaz. Buna karşı çıkana, direnene de haddi acı bir reçeteyle bildirilir.
Tabii bu düzen böyle gitmesin deyi daha adil ve ahlaklı bir noktaya gelsin isteyen düşünürler, bilginler, sanatçılar, siyasi liderler yok mu var. Gözlerinin içine baka baka “Dünya beşten büyüktür.” diyen bir lideri alaşağı etmek için yapmadıkları hile, desise, kumpas kalmadı; olmadı, doğrudan askeri darbeyi bile denediler aşağılık maşalarıyla.. Ama çok şükür bu sefer işler istedikleri gibi gitmedi, bundan sonra da gitmeyecek inşaallah.
Tekrar kendimize dönersek birçok kez durdurulmak istenen, ınkıtaya uğratılan, darbeler alan medeniyet yolculuğumuzda, her birimizin gücü, imkânı, etkisi, yetkisi nispetince mükellef olduğu bu seyr ü seferde bir yol ayrımındayız. Şöyle bir anayasalar tarihimize bakarsak iki kez sadaret görevinde bulunup ülkemize birçok kayıplar verdiren ve darbeciliği ile meşhur Mithat Paşa’nın hazırlattığı Kanun-i Esasi’den günümüze, kısa bir geçiş dönemi için hazırlanan 1920 anayasası hariç tüm anayasalarımız milletin sivil iradesini yansıtanlarca hazırlanmamış, hep bir askerî vesayetin gölgesinde yazılmış. İlk defa tamamı olmasa da hükumet etme biçimini, yürütme-yasama-yargı erklerinin işleyişini millet lehine düzenleyen; yargının oligarşik yapıların eline geçip ayrı bir vesayet odağı olmasının önüne geçen, askerî vesayeti zayıflatan ve en önemlisi de milletin temsilcisi sivil irade tarafından hazırlanan bir anayasa değişikliğini oylayacağız. Tabii ki insanoğlunun hazırladığı ve yaptığı hiçbir şeyde olmadığı gibi bu sistemde de mükemmeliyyet, kusursuzluk aranamaz ve fakat demincek bahsettiğim hususlardan dolayı daha önceki anayasalardan, özellikle de sivil iradenin asker, yargı, bürokrasi gibi birçok vesayet unsurlarıyla baskılandığı 1982 anayasasından daha evladır, muteberdir. Burada şu hususa da açıklık getirmek gerekiyor ki önerilen cumhurbaşkanlığı sisteminin parlamenter sistemden tamamen kopuk olduğu gibi bir algı yaratılmaya çalışılıyor, hâlbuki yürütme erki, İngilizce “Impeachment” denilen meclis soruşturmasıyla denetlenebiliyor. Neyse sözü, daha fazla uzatmadan geçen hafta yazımın sonunda bahsettiğim veçhile 2011’de meclise gönderdiğim, anayasada yer almasını önerdiğim maddeleri aktararak bitireyim. Selam ve dua ile.   

1. Başkanlık sistemi  
2. Seçim barajının olmadığı veya kısıtlı olduğu, parti teşkilatlanmasını ve milletvekili adaylarını parti üyelerinin seçimle belirlediği demokratik siyasal parti sistemi
3. Bireyin “can, mal, akıl(düşünce), nesil ve din” emniyetini sağlayan temel yaklaşım felsefesi
4. Kamu adına, millet adına karar veren yargı organının bir vesayet odağına dönüşmemesi için milleti temsil eden halkın seçtiği kişi ve kurumlarca yüksek yargı üyelerinin belirlenmesi.
5. Halkın daha aktif katılımının olduğu ve ranta, keyfiliğe yer bırakmayacak bir belediyecilik kurumsal yapısı
6. Kamu çalışanlarının ve kamudan hizmet alanların kamu idarecilerini-bürokratik unsurları değerlendirebileceği bir yönetim mekanizması
7. Yöresel koşulları ve bireyin farklılıklarını gözeten, öğretimin yanında değerler eğitiminin öncelendiği, temel ve genel ilkeler ve çerçeve dışında öğretmenin daha aktif, özgür ve yaratıcı olabileceği bir eğitim sistemi.
8. Üstün zekalı ve yetenekli çocukları mecburi sürelere mahkum etmeyen, bireye bağlı özel eğitim-öğretim programlarının uygulandığı, böyle bireylerin hayatları boyunca devlet tarafından maddi güvence altında olduğu bir özel eğitim sistemi
9.Dolaylı vergilerin düşük olduğu, doğrudan vergilerin temel alındığı bir vergi sistemi
10.Yoksul, yetim, dul, engellilerin yani muhtaç ve mahrum olanların gözetildiği sosyal devlet anlayışı
11. Kamuda genel ahlaka muğayyir olmayan kıyafet serbestîsi
12. İnternette, sosyal medyada, paylaşım ağlarında bireyin hak ve özgürlüklerini koruyan yasal düzenlemeler
13. Kamuda meslek grupları arasında onur kırıcı olmayan, eğitim seviyesine uygun ücretlendirme sistemi
14. Devlet veya özel arazilerin uygun kısımlarının ağaçlandırılmasının ve korunmasının kurum, kuruluş ve bireylere zorunlu tutulduğu bir düzenleme
15. Yapay hayvanat bahçelerinin kaldırılması, hayvanların doğal ortamlarında yaşayabileceği milli park alanlarının çoğaltılması


Dipnot: Bu öneri maddelerinin bir kısmı hayata geçmiş durumda ve bazıları da aslında yasal düzenleme ile uygulanabilecek hususlar. Ancak ülkemizde bazı meseleler anayasal güvence altına alınmayınca su’istimal edilebiliyor.

16 Mart 2017 Perşembe

“Bİ ŞEY YAPMALI”


“Düştüm sınav derdine de öğüt veren bol olur,
Toplasam o öğütleri burdan köye yol olur. 
Ana,baba,bacı,kardaş dar günümde el olur,
Sınav belasına kardaş, döktüğümüz ter bizim”

Rahmetli Cem Karaca’nın bir türküsüne telmihte bulunarak ve sözlerini sınava hazırlanan öğrencilerimiz için uyarlayarak başlamak istedim yazıma. Evet çok kıymetli öğrencilerim, biliyorum ki bu yıl ağır bir yükü yüklendiniz omuzlarınıza ve cendereli bir yolda kiminiz ağır aksak, kiminiz koşar adım ilerliyorsunuz. Ve ne yazık ki Türkiye şartlarında bu yol çok uzun, çetrefilli ve engebeli. Hal böyle olunca o yoldan başarıyla ve başaramadan geçenler veya başardığı halde istediği gibi geçemeyenler, (yani anneleriniz,babalarınız, öğretmenleriniz, çevrenizdeki büyükler vs.) yolda daha rahat ilerleyebilesiniz, engebelere takılıp da zaman ve enerji kaybına uğramayasınız diye üzerinize tir tir titriyorlar ve bol bol öğütler veriyorlar. “Aman oğlum, çok çalış.. Aman kızım derslerini aksatma.. Ödevlerini eksiksiz yap.. vesair vesair..” Yani türküde dediği gibi toplasanız o öğütleri buradan ÖSYM’ye yol olur.
Öğüt verme ile öğüt alma durumları arasında psikolojik duruş açısından bir fark var, pek de farkında olunmayan. Öğüt veren “her şeyi bilen, hiç yanlış yapmamış” pozisyonunda görür kendini, öğüt alan ise “cahil, yardıma muhtaç, ezik” hisseder kendini veya bu ona hissettirilir.. İşte hal böyle olunca siz de kendinizi hele de bu yaşlarınızda “kimseye ihtiyacı olmayan, artık erişkin,yetişkin biri” olarak gördüğünüz için doğal ve haklı olarak bilinçaltına dayalı bir refleksle, verilen öğütleri dinlemek dahi istemiyorsunuz, dinleseniz de söylenenler bir kulağınızdan giriyor, öbüründen çıkıyor. Bu durumu da engin tecrübeleri arasına katan atalarımızda işte tam bu yüzden dememiş mi “Bir musibet, bin nasihatten evladır(iyidir)” diye. Umarım musibet olmaz sonuç da boşa kelam etmiş olmam.
Hemen ben de durumdan vazife çıkarıp birkaç öğüt vereyim, demeyeceğim tabi. Çünkü öğüt heybenizin şimdiden ağzına kadar dolduğunu biliyorum. Bu süreçte yani sınava hazırlık sürecinde sonucu tayin edecek olan en önemli şey bence “kaç soru çözdüğünüz, kaç denemeye girdiğiniz, günde kaç saat çalıştığınız” falan değil. Bunlar sonucu etkileyen küçük faktörler. “Aman hocam, ne diyosun sen böyle, saçmalama Allah aşkına.” lakırdılarını duyar gibiyim. Efendim “evet tam ve eksiksiz olarak bunlar çok önemli değil” diyorum. Peki ya ne önemli, nedir birincil olan, öncül olan? Tabi ki öznenin kendisi, yani nesneler değil. Bu süreçte “özneler” yani “çocuklarımız, öğrencilerimiz” önemli. Yani “siz, her biriniz tek tek önemlisiniz ve değerlisiniz”.
Evet çok şey bilen, görmüş geçirmiş büyükler!.. Buradan sonra sözüm önce kendime sonra size. Bunu onlara koşutsuz olarak söyleyebiliyor veya hissettirebiliyor musunuz?  Yani “Oğlum,kızım!.. sınavı kazansan da kazanmasan da sen yine bizim için değerlisin, önemlisin, adam gibi adamsın; değerinden, öneminden hiçbir şey kaybetmeyeceksin, sakın ha sakın sınavı kazanamama düşüncesi seni üzmesin, yormasın, geleceğe endişeyle bakmana yol açmasın. Sen bizim, vazgeçilmezimizsin. Sen, bir evlat olarak, bir öğrenci olarak, her şeyden önce bir insan olarak çok çok değerlisin ve anlamlısın.  Sınavı kazanmak, hayatı kazanmak değil. Hayat devam ediyor ve sen de belki üniversiteyi kazanarak, belki başka bir şekilde hayatımızın önemli bir parçası olmaya devam edeceksin” diyebiliyor muyuz veya bu güveni onlara verebiliyor muyuz? Diyebiliyor muyuz demeyeyim, en azından hissettirebiliyor muyuz?
(Kafdağı’nı assalar, belki çeker de bir kıl, 
    
 Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!)
Tabi çok olumsuz bir tablo çizmek istemiyorum ama ne yazık ki memleketteki genel ahval ve şerait bana bunları söyletiyor. Onlara öyle ağır bir yük yüklemişiz ki bu yaşlarında gözleri pırıl pırıl olması gerekirken, etraflarına mutluluk saçmaları gerekirken sanki ağır bir vebal yüklenmiş gibi kara kara düşünüyorlar, ne yapacaklarını şaşırıyorlar, yüreklerini ve kafalarını yoruyorlar, bazen umutsuzluğa düşüp geleceğe umutla ve güvenle bakamıyorlar.. Hayattan kopuyorlar, programlı bir robot gibi yaşıyorlar. Etken ve etkin olmaları gerekirken, oldukça edilgen yaşıyorlar. Öyle değil mi ki memleketimizde bazı öğrenciler, sınav stresiyle depresyonlara giriyor, bocalıyor, sınava çok iyi hazırlandığı halde sınavda aşırı heyecan ve stresten yapamıyor, kaybediyor. Değil mi ki bazıları kendini “kurbanlık koyun” gibi hissediyor ve haziranın bilmem kaçını kurban edilecekmiş gibi bekliyor veya bazıları gökten kurban (üniversite kapısı) inmesini bekliyor. Oysa Hz. İbrahim’i gökten “oğlunu değil de al bu koçu kurban et” hediyesiyle karşılaştıran kendinin ve oğlunun samimi yürekleri değil miydi?
“yolun ortasında / henüz onaltısında 
“insanım,insanım” diyorsa / bişey yapmalı 
bi şey yapmalı hey / bi şey yapmalı hey
bi şey yapmalı”
diyor Moğollar. Evet bi şey yapmalı, bi şey yapmalı bugünden itibaren.
“Ya hocam, sen de amma boş konuşuyorsun, biz bunları zaten yapıyoruz.” diyenler var tabi ki içinizde. Evet, elbette olacaktır, olmalıdır da. Zaten olmazsa vay halimize. İçimizdeki iyiler ve doğrular hürmetine dünya geçmişte de, şu anda da, gelecekte de yaşanabilir oldu ve olacak, değil mi? Tabi ki benim sözüm, “ben oğlumu, kızımı dersaneye gönderiyorum, harçlığını veriyorum, gerekli çalışma ortamlarını oluşturuyorum… “ gibi teranelere sırtını dayamış olanlara.. İnşallah böyle kişiler de yine Moğollar gibi:
“derin uykudaydım / sesine uyandım
ter içinde kaldım / uyku tutmadı
bi şey yapmalı hey / bi şey yapmalı hey
bi şey yapmalı”
diyecekler.. Ve işe en azından bir gülümseme ile başlayacaklar.
Gelelim öğrencilerimize. Size öğütler verecek değilim. Niye derseniz bu yazıyı baştan bir daha okuyuverin derim. Gerçi biz yazıyoruz yazmasına ya, acep kaç öğrenci veya kaç veli okuyor bu yazıyı Allahualem? Bizim AGB’miz yok, reytingleri ölçemiyoruz. İnşallah havanda su dövmüyoruzdur ya da karanlığa, boşluğa konuşmuyoruzdur. Neyse işte buyrun size bir “kıssa”. “Hisse”yi söylemiyorum. Çünkü artık büyüdünüz ve “neyden ne ve ne kadar” hisse çıkaracağınızı biliyorsunuz.
Sütün içine düşen iki fare hikâyesini duymuşsunuzdur. Bilmeyenler için anlatıyorum:

“Bir süt kabının içine iki tane fare düşer. Birinci fare, ne yapsa da kurtulamayacağını düşünerek kendini bırakır ve kısa bir süre sonra boğularak eşek cennetini boylar. Ancak ikinci fare, bu durumdan bir şekilde kurtulacağını düşünür ve bunun için sütün içinde azimle sürekli olarak çırpınmaya başlar. Bir süre sonra, bu çırpınışları sonuç verir ve süt yavaş yavaş kaymak tutmaya başlar. Daha sonra iyice kalınlaşan kaymağın üzerine çıkan fare, oradan zıplayarak süt kabından kurtulur.” Var mısın kurtulmaya?