20 Nisan 2022 Çarşamba

ADIYAMAN İLİM YAYMA GENÇLİK MERKEZİ SEZAİ KARAKOÇ "YİTİK CENNET" KİTAP SUNUMU

09 Nisan 2022 Cuma günü Adıyaman İlim Yayma Cemiyeti Gençlik Merkezinin davetlisi olarak üniversite gençleriyle birlikte şair, mütefekkir ve ufuk insanı Sezai Karakoç Üstadın Diriliş Mefkuresinin mayası olarak gördüğüm "Yitik Cennet" adlı eserinin mülahazasını yaptık. Organizasyonun ev sahipliğini yapan cemiyet başkanı Bülent Faruk Kablan Beyfendiye ve koordinatörlüğünü üstlenen Sezai Yılmaz Hocama bahusus  teşekkürler.





YİTİK CENNET KİTABINDAN ALINTILAR

ÂDEM

Şeytan

“Âdem’le Havva'nın Cennette öncesiz sonrasızmışcasına mutlu bir hayatı yaşadıkları zaman gibiydi hayatımız Batının soluğu bize gelmeden önce. Bu soluk bize ne zaman geldi? Bu soluk geldiği için mi değişmeye başladı yüzümüz? Bozuldu ve bir maskeye dönüştü?”

 “Güçlü uygarlığın; Âdem’in şeytanla karşılaşması, yenilir gibi olup düşmesi, sonra tövbe yolunu tutup tekrar güçlenmesi gibi başka uygarlıklarla büyük ve köklü karşılaşmalar yapması gereklidir.”

Düşüş

“Düşmemiş medeniyet var mı? Önemli olan bir medeniyetin düşmesi değil düşüşü dirilmesiz ölüme dönüşmeden doğrulamasını bilmesidir.”

Yılan

“Yılan da gerekli yaradılışımız için. Yaratılışımızın anıtlaşması için. Yılan, hilkat tablosunu tamamlayan paradoks levhası.”

Havva

Âdem’in ölüm maskeli yokluğun karşısına çıkabilmesi için arkasında ikinci ben durmalıydı. Âdem için ikinci ben olan Havva bir şartın daha eklenmesiyle sen oluyordu.”

“Âdem’in Âdem olması için şeytanın, yılanın ve insanın Cennet varlığı olmaktan çıkmaları, cennetin şartlarından faydalanma kolaylığını yitirmeleri, cenneti yitirmeleri gerekiyordu.”

“Medeniyetler de böyle bir saf ve masum çocukluk ve cennet hayatı yaşarlar, sonra bir nevi dişilerini doğururlar, sonra onunla olan diyalogdan dışa açılış ve öbür medeniyetlerle de boy ölçüşme başlar. Bu öylesine çetin bir varoluş sınavıdır ki bunu başaramayan medeniyetler kaçınılmaz düşüşe uğrarlar.”

Buğday

“Buğday bir düş gibi başlayan medeniyetin realiteler ile karşılaşmasının ve varoluş savaşına girişmesinin sembolüdür.”

Varış

“Siz, bir uygarlığın son çocukları, evet siz de tekrar o uygarlığı yücelten en parlak vakitlere eriştiren öze dönerek onu yeniden ihya edebilirsiniz, bunu yaparsanız onun aşkı sizi saracak, siz adeta bir mucize ikliminde ilerler gibi olacaksınız, şeytan veya şeytani sistemlerin hiçbiri size engel olamayacak, sizi aşk yönetecek.”

NUH

“Yeniden hakikat medeniyetinin ocağını tüttürmek için her diri özden bir parça alınarak oluşturulmuş bir hayat mayasını tutturmak için insanlığın diriliş kırkları Kurtuluş Gemisinde yol alıyor.”

İBRAHİM

Âdem’den ve Nuh’tan sonra insanlığın üçüncü atası olmak. Yeniden insanı hayvanlığa düşüşten kurtarıp insanlık, mucize uygarlığı, İslam milleti katına yükseltmek. Hacer-ül esved etrafında Tanrı Evi, Tanrı Evinin etrafında bir millet yükseltmek.”

“Din ve medeniyet bir millet örüştür. Millet, hakikat uygarlığını gerçekleştirme görevini ruhunun tek yaşama besini yapmış ülkü toplumudur.”

“Hz İbrahim'in hayatı hakikat medeniyetini yaşatıcı özler'in sembollerini toplayan kutlu bir dergidir. Mağara dönemi, metafiziğinin temellendirilmesi dönemi. Ateş üstünde imtihan, iradenin olgunlaşması çağı ve uygarlık kişisinin ortaya çıkışı. Kâbe’nin yapılışı, toplumun ve milletin doğuşu ve böylece medeniyet yapısının her yönden bütünlenişi dönem veya çağı. Kuş parçalarının tepelerden çağrılarak kuşun dirilişi, sarsılan ve yıkılış ve yüz tutan bir uygarlığın dirilişine ışık tutmak.”

YUSUF

“Hakikat uygarlığının varoluş hikmeti önderliği Hazreti Âdem, varoluşun temellenmesi Hazreti Nuh, inanç temellenmesi öncülüğü Hz İbrahim’de gerçekleştiği gibi devlet düşüncesi, ilkeleri ve girişimi de Yusuf peygamberin hayatını dolduracaktı.”

“Devlet Yitik Cennet’ti. Hz Yusuf onu yeniden bulup insanları ona çağırdı. Bu dünyada öteki dünyanın kokusunu aldırdı onlara.”

“Ve hep birden gördüler ki estetik de güzellik de yönetim de ekonomi de mutlak’a ilişkindir, metafizik bir cepheye sahiptir; bütün cephelerden doğruluk, iyilik, güzellik, egemenlik cephelerinden kapı hep oraya açılır.”

MUSA

“Kendi kudretine tapan hiçbir kişinin unutmayacağı ve narsisizmle dolu hiçbir kavramın hesaba katmadan yakasını kurtaramayacağı Kader ironisidir, Hz Musa'nın Firavun'un sarayında büyümesi.”

“Firavun, kendini Tanrı olarak ilan etmişse Tanrı onun karşısında Musa’sını dikecekti. Firavun yasalar koymuşsa Musa onun karşısında mutlak yasa ile çıkacaktı. Firavun dünyanın başkentini karanlıklara boğduysa Sina Dağı'nda yanan ateş insanlığı aydınlatacaktı.”

“Uygarlık, dağılmış milletini ve toplumunu, özülkesini Diriliş Musalarına, erlerine, erenlerine,  pirlerine kavuşturan fizikötesi bir solukla, Rahman’ın soluğu ile yeniden örgütlenen, kurallarından ve yasalarına donatımında kavuşan iddialar getirecektir Diriliş fecrini.”

SÜLEYMAN

“Hakikat medeniyeti, devlet modeline, ideal devlet formuna Süleyman peygamber ile ulaşır. Hikmet, devlet; devlet, hikmettir artık. Yitik Cennet bulunmuştur. Her yönde sıkı ve tam bir örgütleniş, rüzgârlar bile bu örgütlerinişe bağlı.”

“Hazreti Yusuf'un attığı tohum tutmuştur; yeryüzüne serpilmiştir Hakikat Devleti’nin buğdayı. Başak vermiştir Hz İbrahim milletinin, Hz Musa toplumunun hakikat idesi ile yanan yüreği.”

“Medeniyetler de açılımlarının sonucunda böylesine bir güven duygusuna kapılırlarsa birden çıkagelir gazap. Semerkantların, Buharaların üzerine Cengiz ordularının çekirgeler gibi üşüşmesi örneği. İnsanın ve uygarlığın; Bahar’ın bir gün biteceğini, günün döneceğini hiç unutmaması için, Süleyman'ın Çağı da anlayan, bilen, duyan, kavrayan, sezen, fark eden insan ve uygarlık ruhu için mutlak bir meseldir.”

YAHYA

“İçe giren dış, dışa karşı kurban: Yahya peygamberin hakikat uygarlığında misyonu ve yazgısı.”

“Yahya ruhlara İnan kamçıydı, hakikatin kılıcıydı.”

“Hakikat medeniyeti için paganizm karşısında zulüm  tragedyasından bir katarsis payı çıkarmak: Zekeriya Peygamber’in, Yahya Peygamber’in, nihayet İsa Peygamber’in arka arkaya birer halkası oldukları vahiy triolojisi.”

“Medeniyetler batış ve düşüş anlarında bir mihrap ve mum korudukları,  gizledikleri sürece umut ölmemiştir. Diriliş, her zaman beklenebilir. Zekeriyalar, Meryemler olduğu sürece Yahyalar ve İsalar her zaman gegelebilir. Kültürler ve medeniyetlerin Dirilişleri de yoksul evlerin rahmani mumunun ışığında yetişen kahramanların sabrı, sessizliği, yumruğu ve yumuşaklığı kınaması ve öğretisi ile gerçekleşebilir ancak.”

İSA

“Zekeriya ortasından biçilmiş, Yahya peygamberin kafası kesilmişti ne çıkar! Ayakları yere sağlam basıyordu ve yürüyüş sürüyordu, yere damlayan kanlardan bin gövde,  bin baş dirilerek ve bir İsa dirilerek.”

“Hz İsa, durgunlaşmış hayatın özünde bir devrim yaptı. Değiştirme amaç değil araçtı, bunun için hayat deviniminde yaptığı devrim de büyük değişmezliği amaçlıyordu. Gönlün devrimiydi bu.”

“Roma'nın dondurup kalıplaştırdığı ruhu, zincirlerinden kurtarıp özgürlüğe kavuşturan bir peygamber. Hz İsa’nın diriliş mucizesi ile geldiği gibi Uygarlık da aklın yönetimindeki donuşa karşı gönlün buzları çözücü aşk ve merhamet ateşini tutmasını bilmelidir.”

SON PEYGAMBER YA DA YENİDEN BULUNMUŞ CENNET

“O cennetin bir kapısı değil, cennetin ta kendisidir. Sekiz peygamber O’na bağlı, öbür peygamberler birer kurtuluş kapısı olarak hep O’na açılırlar.”

“Bu yüzden O’nda yeniden yaratılmış olduğu insan. O, inananlar milletini yeniden arza getirdi. İnananlar toplumunu ve inananlar devletini kurdu. Kuralları bir daha değişmeyecek şekilde ortaya koydu. Putları kırdı ve Allah'ın tekliğini benzersizliğini ilan etti. Korkuttu ve muştuladı. Savaştı, yendi ve affetti. Meyve onda olgunlaştı. Ağaç onunla kemale erdi. İyiyi, güzeli, doğruyu diriltti; kötüyü, çirkini, yanlışı ve yalanı yerle bir etti.”

“O Diriliş peygamberiydi. Tek Tanrı inancının dirilticisi. Peygamberler yolunun, hakikat uygarlığının dirilticisi. İslam, en büyük devrim; devrimden öte bir devrim oldu. Diriliş devrimiydi o. Kendinden öncekileri de kuşattı, kendinden sonrakileri de.”

“İmam-ı Gazali, Muhyiddin-i Arabi, Mevlana Celaleddin-i Rumi O’nu ululadılar; onun gölgesine sığındılar, kutluluk ve mutluluk gölgesine.”

“İnsanların kendi kendilerini yönetmeleri çağını bütünlüğü ile o açtı.  “Selam”la, “dayanışma”yla, “uzlaşma” ve “örgütlenme” ile onlar bundan böyle göksel siteyi yaşatacaklardı.”

“Bir medeniyet var ki medeniyetlerin ölçüsü sayabilirsiniz. Ondan uzaklaşmak düşüş, cehenneme doğru gitmek demekti. Ona yaklaşmak, Diriliş ve Cennet’ini bulmak anlamına gelecekti. Ölçü “yücelik”ti.”

ÇIKIŞ

“İnsanlığın Dirilişi adlı kitabımızda hakikate dışından, çevresinden bakmaya çalışmıştık, kabuktan öze doğru gidişti o. Bu kitapta ise içten dışa, özden kabuğa doğru gittik. Dirilişçi bir zihin araştırmasıyla “bir medeniyet nasıl doğar, nasıl gelişir, ne gibi kritik nokta ve aşamalardan geçer, nasıl ölüm sularına erer?” özü ve ruhu bakımından belli başlı ipuçlarıyla çerçevelenmiş bulundu peygamber aksiyonları dönemlerinde; medeniyet düşüncesi, felsefesi, ve sosyolojisi veya antropolojisi o misyon tabakasına yükseltilmekle, oradan ruh ve soluk alabilir denmesine yol açma amacı güdüldü.”

“Medeniyetini yitirmiş aydınlar, yâd uygarlıkların taklit cehenneminde kavrulup dururken bir Diriliş esintisiyle aralarından sıyrılacak olanlar bu satırlarda belli belirsiz yeni bir mayalanmanın ilk çizgilerini sezer gibi olurlarsa görevin yapılmış olması mutluluğundan bir serinlik, ilk sabah çiğlerini düşürmüş olacaktır gecede alev alev yanan ruhumuza kuşkusuz.

SEZAİ KARAKOÇ 



 ADIYAMAN İL GENÇLİK MERKEZİ 2022 13-17, 18-25 YAŞ ŞİİR OKUMA YARIŞMASI JÜRİ ÜYELİĞİ

İl Gençlik Merkezinin düzenlemiş olduğu 2022 yılı 13-17 ve 18-25 yaş gençler arası şiir okuma yarışmasında jüri olarak görev aldım. Şiire gönül vermiş dereceye giren veya girmeyen tüm gençlerin yüreklerine ve dillerine sağlık. Misafirperverliklerinden ötürü başta Gençlik Hizmetleri İl ve  Gençlik Merkezi Müdürlerimiz Ayhan ve Hakan Bey'ler olmak üzere tüm Gençlik Merkezi çalışanlarına teşekkür ediyorum.

Birbirinden güzel şiirleri güzelce okuyarak dereceye girenler:

18-25 Yaş Erkek Kategorisi:

1)Ahmet Göktaş

2)Ahmet Yılmaz

3)İbrahim Halil Çatalkaya

18-25 Yaş Kız Kategorisi:

1)Merve Han

2)Melisa Karakaş

3)Birsen Sarıçiçek

13-17 Yaş Kız Kategorisi:

1)Hazal Boyraz 

2)Damlanur Canlı

3)Zeynep Adak

13-17 Yaş Erkek Kategorisi:

1)Mustafa Yılmaz

2)Fırat Güzel

3)Cihan Burak Avcı






27 Haziran 2021 Pazar


                          ADIYAMAN ANADOLU ÖĞRETMEN LİSESİ 2013 TİYATRO GÖSTERİSİ

                                            (Senaryosu tarafımdan eğitim hayatına uyarlanmıştır.)

PART-1

                                                                    

PART-2


 

25 Haziran 2021 Cuma

VAHDET

 

ve Vahdet okyanustur..

İnsan ruhları ise ondan buharlaşan

sonra gökteki bulutlarda vücut bulan 

yağmur damlacıkları..


ve başlar yolculuğu ruhun

bütün'ünden ayrıldığı vakit..

seyr-ü sulük..


Salik(yolcu),bedenlendikten sonra 

kaderince ve amelince bir süre yaşar,

okyanusa kavuşuncaya kadar..


kimine yol uzundur,kimine kısa..

kimi kolay kavuşur,doğrudan..

kimi zor kavuşur,

bir ırmak(rehber) aracılığıyla bulur okyanusunu..

ve kimi hiç kavuşamaz bütününe,

bütününden habersiz ya da naşinas.. 

ya yer altına mahkum olur, ya bir göle..

sebebini bilmediği acıları dinmez,

hasretliği bitmez..


CEHENNEMİN DİLİ

 

“Yevme nekûlu licehenneme helimtele’ti ve tekûlu hel min mezîd: O gün ki Cehenneme ‘Doldun mu?’ diyeceğiz, o da ‘Daha ziyade var mı?’(Daha fazlası yok mu?) diyecek.” Kaf Sûresi-30. Ayet

Evet, Cehennemin de dili var, konuşuyor ve “daha yok mu?” diyor. Kur’an-ı Kerim’de Rabbimizin bize aktardığı kıssalardaki, mesellerdeki, müsemmalardaki, diyaloglardaki hikmetler oldum olası dikkatimi celp etmiştir. Mesela Cehennem neden “daha yok mu?” der, Cehennemin başmeleğinin ismi neden Malik, Cennetin kapısında mü’minleri karşılayan meleğin ismi neden Rıdvan? Ve daha her ayetinde bir hakikata müş’ar  birçok hikmet..

Hz Adem (a.s.) ilk yaratıldığında Cennet’teydi, sonsuz nimetler içinde.. elhak, sadece bir meyve yasak.. ve ebediyet güvencesi vadedilmemiş bir ahvalde..  “Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?” Tâhâ Suresi 121 vesvesesiyle şeytan, onu ve eşini şaşırttı.. “Derken şeytan onların ayaklarını kaydırarak, içinde bulundukları nimet yurdundan çıkardı. Biz de: 'Haydi, dedik, birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin! Siz orada belirli bir süre ikamet edip yararlanacaksınız.”

 (Bakara, 2/36, 38)

Hz Adem (a.s.)’den bize genetik yoluyla tevarüs eden haslet: ebediyet arzusu ve sınırsız mülke malik olma arzusu.. “hel min mezid”çilik.. Yani hemen hepimiz yaşadığımız dünyayı cennetleştirmeye çalışıyoruz, olabildiğince çok nimet yurduna dönüştürmeye çalışıyoruz.. ve de Cennet’teki gibi nimetleri kolayca edinmenin, sürekliliğinin ve çokluğunun yollarını arıyoruz.. İkinci haslet, ebedileşme arzusu.. bu dünyada hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşamak istiyoruz.. nimetlerin yok olmayacağı, azalmayacağı bir dünyada yaşamak.. şaşkınlık ya da gaflet hali.. “İnsan, uykudadır, ölünce uyanır.” Hadisi ahvalimize tercüman..

Hz Adem (a.s.) hatasını anladı, şaşkınlıktan çabuk sıyrıldı.. Sınırsız ve sonsuz olanın, Malik’ul Mülk olanın, ezeli ve ebedi olanın Allah olduğunu bildi ve O’na yöneldi. Peki ya hatasını anlamayan Ademoğulları.. o kadar çok ki, ziyadesiyle mevcut.. yok’luğu er ya da geç tadacak olan varlıklar.. çoklukla, yalan olanla oyalananlar, oyalandıkça sahip olmaya ve sahip olduğunu zannettiği şeylere karşı şehevatı artanlar.. Arttıkça artırmak isteyen, “Daha yok mu, daha yok mu?” diyen, “benim …… -im , benim …….-ım, benim …….-um, benim …….-üm” diye diye malik olduğu şeylerin ilk Malik’ini, son Malik’ini, gerçek Malik’ini bilmeden, emanet şuurunda olmadan oyalanmasını tamamlayıp Cehennemin başmeleği Malik’in “Daha yok mu?”sunun nesnesi olacak olan gafiller.. Mesela onlardan biri David Rockefeller.. Hedefi 200 yaşını görmekmiş.. Bu amaca matuf 6 kalp nakli, 3 böbrek ve 2 de ciğer nakli yaptırmış.. ama nafile.. Geberdi gitti 101 yaşında.. Bir namazlık saltanatı bile olmayacak taht misali o musalla taşında..

Dünyanın sayılı milyarderlerinden(dolar üzerinden:)) Nelere malik değilmiş ki..  “Dünyanın neredeyse yarısından bile fazla bir etki alanına sahip..” diyor Vikipedi.. 5 ila 15 trilyon dolar servetiyle, "Dünya imparatorluğu" kurmak istemiş; "dünyaya yeniden düzen verecekmiş" petrol kokan kanlı elleriyle.. Ama işte çarnaçar zaik’lerinden oldu mevtin.. şimdi yanında mı acep servetin? Zihnimin fonuna gelen bir şarkı.. Bazı hakikatleri Sezen ve dillendiren birinden.. “Bu dünya ne sana, ne de bana kalmaz.. Bu dünya ne sana, ne de bana kalmaz.. Sultan Süleyman’a kalmadı böyle.. hiçbir kitap yazmaz..”

“Elhakumut tekasür, hatta zurtumul mekabir”

Çokluk oyalar.. mal ve mülk kişiyi kendine köle eder. Makinaların çoğalmasıyla modern insan hayatı kolaylaştıracağını sandı.. ama ortada bir terslik vardı.. makinalar sahibini köleleştiriyordu. Akıllı olanlar da daha fazla..

Mal da yalan mülk de yalan

Var biraz da sen oyalan

Cennet

 

Cennet,

Sevgi'lilerin ve Merhamet'lilerin yurdu..

İnsanda ruhtandır "sevgi ve merhamet",

Bu duygulardan iyilik doğar..

"hırs ve şehvet"in membaıdır beden..

Bu duygulardan ise kötülük doğar..

 

yenilirse ruh, bedene

zulmetmeye başlar..önce nefsine

sonra diğer hemhilkâtlerine..

bu yüzden cehennemdir

zâlimlerin yurdu..

 

Ruh "ışık"tır, ten "karanlık"..

Ruh ayrılınca tenden

"gözün ışığı" gider..

Zulüm,ışığı gölgelemek,

İnsanı ruhsuzlaştırmak..

Sevgi ve merhameti yok etmek..

DUVARIMIN AYNASI

 


 

ben'e giydirilmiş beden'ler..

asıl güzellik ben'de aranmalı,

beden'de değil..

beden gibi ben de makyajlanır,

aşk'ın ilk evresinde.

her iki taraf da bedenleri gibi

ben'lerini de makyajlar..

ve her iki taraf

makyajlanan ben'deki sen'e aşık olur..

acaba bende'deki sen, sen'deki sen misin?

 

Kişi, kudreti, kuvveti, azameti nispetince merhametli, affedici ve sabırlı olmalıdır.. olmazsa eğer tiranlaşır, ceberrut bir zalime döner..

 

 

İnsan kişiliğini, mefkuresini oluşturan ma'na-vi ilkelerinden uzaklaşıp bulunduğu ve geldiği hal kendisine hoş,süslü ve doğru geliyorsa "ama"larla yaptıklarını gerekçelendiriyorsa ruhunu farkına varmadan kendisini kandıran şeytana teslim ediyordur.. Yazık, aynaya bak' Bu, aynadaki, sen misin?

 

 

"Postmodern ıztırarî hastalık:hamakat ve basiret körlüğü..ve tutuşturulmuş reçete:yarış atına dönüştürülenlere at gözlüğü..ya da uzaktan amorf bir yaklaşımla abandone seyrediş.. iğdiş edilmiş düşünme yetisiyle,oyunlarla (PES,PS vs.) büyüy(emey)en nesillerin çarçabuk oyuna gelmesi doğal değil mi? pek yazık ki bu hengamede ölen ve aslında derde deva erdem:observatif güven."

 

 

aklın çekmediği kudret, ancak öz-farkındalıksız zulüm doğurur..

 

kisveler.. kılıklar.. kılıflar.. şov-tanılar için utanımsız tanımlar.. sahi, sahi olmak çok mu zor?

 

"Aman Allah'ım! Ene(ben)li ve iyelikli cümleler ne kadar da arttı ülkemin atmosferinde..böyle olunca bu puslu havada en büyük ene-ist ve kibirli olan şeytan ve şeytaniler, göbek atıyordur herhalde..neuzu billah..yazık, herkes kendi yığınlığında şeytanın gör dediğine bakıyor.."

 

Millet olarak çocuk gibiyiz..çok ve çabuk gaza geliyor,çok ve çabuk öfkeleniyor,çok ve çabuk üzülüyor, çok ve çabuk seviniyoruz..-uz..-uz..duygu buğulanmasından basiretimiz bağlanıyor,gözlerimiz gerçekleri olduğundan farklı algılıyor..acı(lar) ya da kayıp(lar) yaşandıktan sonra gerçeklerle yüzleşince de aklımız başımıza geliyor..ama çoğu zaman iş işten geçmiş oluyor..ve ne yazık ki bu karakteristik, birbirimize karşı (fert,grup,cenah,hizip,mezhep..) tutumlarımızda da böyle..araştırmadan,anlamadan,dinlemeden,bilgi sahibi olmadan birbirimizi yaftalıyor,yargılıyor ve mahkum ediyoruz..bu yüzden bu milletin en büyük öğretmeni acılar olmuştur..düşüncelerimize,eylemlerimize ve hatta umutlarımıza bilgiyle akl-ı selimin yön verdiği bol acısız günleri de görürüz inşallah..

 

Üstad, yine fasih bir şekilde varoluş hikmetini dile getirmiş. Zaten Hâlık-ı kainatı tanımak, O'na iman ve ibadet etmek, vazettiği emirlere uyup yasaklarından kaçınmak, havf ve reca arasında yaşamak, gönderdiği Rasulu örnek almak kamil insan veya halkul beriyye olmanın ön koşullarıdır. Rasulullah (SAV) demişti ya "Sizden Allah'ı en iyi tanıyan ve O'ndan en çok korkan Ben'im". Sorun da zaten insanların Rabblerini çok iyi tanımamaları, O'ndan yeterince korkmamalarıdır. Yoksa ayette belirtildiği üzere "iman ettim" demekle iş bitmiyor. Bütün mesele O'na ne kadar iman ettiğimiz ve bunun icabı olarak ne kadar amel-i salih işlediğimiz, ahsen-u ameladan ne kadar yaptığımız, önce bizi Vareden'in sonra da var ettiklerinin hukukuna riayet ettiğimizdir. Allah bizi bağışlasın, sırat-ı mustakiminde istikamet sahibi kılsın. İnsan olmak, hele kamil insan olmak çok zor ve bu yüzden de cennet ucuz değil, cehennem de lüzümsuz değil.

BİLGE KRAL: ALİYA

 


“Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü.
Hadi göster bakayım şimdi de İbnü'r-Rüşd'ü?
İbn-i Sînâ niye yok? Nerde Gazâlî görelim?
Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim?
En büyük fâzılınız: Bunların âsârından,
Belki on şerhe bakıp, bir kuru ma'nâ çıkaran,
Yedi yüz yıllık eserlerle bu dînin hâlâ,
İhtiyâcâtını kâbil mi telâfı? Aslâ.
Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm'ı.

Kuru da'vâ ile olmaz bu, fakat ilim ister;
Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster?”

diyor Mehmet Akif, yaşadığı devri aydınlatan âlim, ârif ve önder şahsiyetlerin yokluğundan şikayet ederek..

İslam’ın en uzun ve en karanlık yüzyılında deniz feneri misali, yolunu şaşırmışlara umut ışığı olan şahs-ı münevverlerin yokluğu ya da azlığında Akif haklı.. Hele de modernitenin tüm iştihasıyla insanı maddeye, tüketmeye, hıza ve hazza köleleştirdiği son yarım asırda beka pınarından bir damla olan insan ruhunu özgürleştirmeye çağıran, bunun için çalışan aydınlık ruhlar yok denecek kadar az. İşte Akif’in “göster” dediği o kudrette adamlardan biri de Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç..

"Ben bir Müslüman’ım ve öyle kalacağım. Kendimi dünyadaki İslam davasının bir neferi olarak telakki ediyorum ve son günüme kadar da öyle hissedeceğim. Çünkü İslam benim için güzel ve asil olan her şeyin diğer adı..."  diyen Aliya İzzetbegoviç, 1925'de Bosna-Hersek'in Bosanski Samac ilinde doğdu. 1946 yılında Genç Müslümanlar Örgütü'ne üye olmaktan üç yıl hapse mahkum edildi. II. Dünya Savaşı sırasında Mladi Müslimani ( Genç Müslümanlar) birliğine katılmıştı. Henüz on beş yaşındaydı. Anti-faşist olan bu birliğin amacı Balkanlarda Müslümanlığı tekrar diriltmekti.

“Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum; sureten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye dâvet ediyorum.”  diyen Bediüzzaman gibi o da kendi coğrafyasında Müslümanların İslamlaşmasını kendine misyon olarak benimsemişti.

Hapisten çıkan Aliya, Saraybosna’da 1956’da Saraybosna Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra uzun yıllar avukatlık ve hukuk danışmanlığı yapacak bir yandan da siyasi faaliyetlerini sürdürecekti. 1960’lı yıllarda İslam Deklarasyonu adıyla kaleme aldığı kitabıyla yeniden mahkumiyeti başlamıştı. 1983 yılında düşüncelerinden dolayı 14 yıl hapse mahkum oldu. Cezasının beş yılını hapiste geçirdi. Yugoslavya'nın dağılma sü­recine girdiği dönemde Demokratik Eylem Partisi (SDA)'ni kur­du ve genel başkanı seçildi.

Sırpların Bosna-Hersek Cumhuriyetine karşı başlattığı savaş boyunca Aliya İzzetbegoviç, bağımsızlık savaşına liderlik yaptı. Yıl 1995 Temmuz’uydu. Srebrenika’da birkaç gün içinde sadece yedi sekiz bin kişiyi katletmişti Sırplar... Aliya ve halkı bin iki yüz gün kuşatma altında kalırken dünya bu olaya seyirci kalmıştı.

Saraybosna’da on binden fazla insan öldü ve bunun 1300’ü çocuktu. Ölülerini gömecek mezarlık kalmadığından parklar bile mezarlık haline getirilmişti. Müslümanlarsa herhangi bir askeri destekten yoksun ve silah yönünden çok zayıftılar. Sonuçta Sırplar Bosna-Hersek’in önemli şehirlerini işgal ettiler.. Sırplar işgal ettikleri yerlerde hem katliam hem de yıkım gerçekleştiriyorlardı. Özellikle camileri ve İslâmi izler taşıyan tarihi eserleri yıkmaya özen gösteriyorlardı. Savaşın sonuna gelindiğinde Bosna-Hersek’teki iç savaşın aldığı can sayısı 250 bini, göçe zorladığı insan sayısı ise 1 milyonu aşmıştı. 1995 yılında savaşa son veren Dayton Anlaşması imzalandı.

 Aliya, bu antlaşma için "Hayatımda en zor attığım imza olmuştur. Ne yazık ki bütün ideallerimizin yok olmaması için bu anlaşmayı imzalamak zorundaydık."diyecekti. Dayton Barış Antlaşması’nın mimarı Richard Holbrooke onun için şöyle diyecekti: "Eğer Aliya İzzetbegoviç ve onun kararlı tutumu olmasaydı, bugün Bosna-Hersek diye bir devlet olmayacaktı".

“Ben, İslam’ı ve mücadele şuurunu Mevdudi, Seyyid Kutup, Hasan el-Benna ve Fazlurrahman gibi âlimlerin kitaplarından öğrendim.” diyen, cesur, inançlı ,azimli, entelektüel, bilge, zahid, eylem adamı kişiliğiyle Aliya, yeni bir lider tipinin öncüsü oldu. "Ey teslimiyet, senin adın İslam’dır." diyen Aliya İzzetbegoviç 2003 yılında rahmet-i Rahman’a ruhunu teslim etti.  

“Gözlerinden salıncaklar kuruludur gökyüzüne… Ufka ayarlı bakışlarından yarınlara adanmış zaferler tüter.  Sessiz bir çığlıktır o… Kuşatılmış duyguların, hapsedilmiş hayallerin özgürlüğe açılan kapısıdır. Yalnızlığı sürgün etmeye meyilli olanların yanı başındadır.  Ümidi tükenenlere bir ümittir o… Barışa inananların gönül yıldızıdır… Bir hayali binlerle bölüşen gönüllerin fatihi Aliya İzzetbegoviç’tir o…”

 "Yeryüzünün öğretmeni olmak için gökyüzünün öğrencisi olmaya çalışan” Aliya’nın imkânsız görüneni gerçekleştire­cek ve her türlü zorlukla başa çıkacak bir nesil umudu vardı. “İslam'da do­ğan ve yenilgi ve aşağılanma içinde büyüyen, yeni İsla­mi vatanperverliği içinde birleşmiş, eski ihtişam ile baş­kasının yardımına dayalı hayatı reddedecek ve hakikat, hayat ve şerefi temsil eden hedefler etrafında toplanacak bu neslin” çağın problemlerine karşı istikamet bulabilmesi için “İslam Deklarasyonu ve İslamî Yeniden Doğuşun Sorunları, Doğu ve Batı Arasında İslam, Tarihe Tanıklığım, Köle Olmayacağız, Özgürlüğe Kaçışım” gibi eserler verdi.

“Artık Bosna Hersek hür ve bayrağımız kendi topraklarımızda dalgalanıyor. Selam sana ey halkım. İmanınıza, bayrağınıza ve devletinize sımsıkı sarılın." diyordu Aliya İzzetbegoviç... Bosna-Hersek Savaşı, ABD ve Avrupa'nın haçlı kimliğini bir kez daha gözler önüne sermişti. Bunu bizzat Avrupalı tarihçiler ve yorumcular da itiraf etmiş ve bu savaşta Batılıların 19. yüzyıldaki sömürgeci kimliklerine geri döndüklerine dikkat çekmişlerdi. Yukarda sürecini kısaca anlatmaya çalıştığım Bosna savaşı ifadesini bugün Halep diye okuyun, Suriye diye okuyun.. resmin aynı olduğunu, dünden bugüne hiçbir şeyin değişmediğini hatta vahşetin daha da arttığını çok net göreceksiniz: ……….’te birkaç gün içinde sadece yedi sekiz bin kişi katledilmişti. …………..halkı bin iki yüz gün kuşatma altında kalırken dünya bu olaya seyirci kalmıştı. …………’te …… binden fazla insan öldü ve bunun 11.924'ü çocuktu. …………..’lar, işgal ettikleri yerlerde hem katliam hem de yıkım gerçekleştiriyorlardı. Özellikle camileri ve İslâmi izler taşıyan tarihi eserleri yıkmaya özen gösteriyorlardı. Savaşın sonuna gelindiğinde ……………………’deki iç savaşın aldığı can sayısı ……. bini, göçe zorladığı insan sayısı ise ……………. milyonu aşmıştı.”

Cemil Meriç’in "Bütün Kur’an’ları yaksak, bütün camileri yıksak, biz artık Türk ve Müslüman değiliz, size benzedik desek bile Avrupalı’nın gözünde biz Osmanlı’yız. Osmanlı, yani İslâm. Karanlık, tehlikeli bir düşman. Olimpos Dağı‘nın tahammülsüz çocukları, Hira Dağı’nın evlatlarını hep bu gözle gördüler.” diye bir tespiti var.. Son zamanlarda ülkemizde ve coğrafyamızda yaşanan hazin olaylar, Batı’nın artık zahiren ve aleniyen göstermekten çekinmediği haçlı kimliğinden ve amaçlarından hiçbir vakit vazgeçmediğinin kanıtı. İmanımıza, bayrağımıza ve devletimize sımsıkı sarılmanın gayet mühim olduğu bugünlerde Bilge kralı rahmetle anıyor ve onun müteal ideallerini gerçekleştirme şuurunda ve yolunda olan herkesi selamlıyorum.

 

KİTAP/KÜTÜP

 


Bilgili ve/veya kültürlü olmak, Allah’ın akletme, anlama, düşünme, karar verme, ayırt etme gibi aklî melekelerle teçhiz ettiği ve bunları yerli yerince kullanma şuurunda olan her insanın hedeflediği bir şeydir. Çünkü bu nitelikleri haiz her insan bilir ki bilgi güçtür ve ayetle de muhkem olduğu üzere bilenle bilmeyen bir olmaz. Bu yüzden amiyane tabirle aklı başında her insan bilgiye ulaşmanın yolarını arar. Tabii ki bunun en kolay ve kestirme yolu, informel olarak aile içinde başlayan sosyal çevre ile zenginleşen bilen birilerinden yapılan bilgi transferleridir. Daha sonra devreye formel yapılar girer ve okullarda alınan eğitimle insanlar insanlığın bilgi birikiminden nasibince faydalanır.

Peki bu edinimler yeterli midir? Günümüzde bir metaya, bir kazanç sağlama aracına dönüşen ve belli maddî hedeflerin gerçekleştirilmesinde kullan-at malzemesine dönüşen bilgileri elde etmede yeterli görülebilir. Bu tür bilgilere kısa ömürlü bilgi ya da eskilerin deyişiyle malumat diyebiliriz. Malumat, kullan-at. Yani öncelikle kişinin sonralıkla toplumun hayatı, hadisatı, kâinatı idrakini ve buna bağlı eylemselliğini geliştiren bir ilme, irfana dönüşmeyen bilgi.

İşte bütün bu kulaktan dolma, çevreden görme, ders kitaplarından devşirme bilgilerle birey ve toplum bir şekilde ihtiyacını karşılar ve hayatını devam ettirebilir. Ancak bireyin ve toplumun tekâmülü, gelişmesi, ufkunu genişletmesi, ilerlemesi, keşfedilmemiş bakir diyarlara yelken açması sadece böyle bir yolla mümkün müdür? Tarih büyük inkişafların, terakkilerin ancak insanlığın tecrubî bilgilerinden faydalanarak büyük okuma hamlelerinden, seferberliklerinden sonra gerçekleştiğinin örnekleriyle dolu. Yunan medeniyeti Mısırlıların, Sümerlerin, Hititlerin birikiminden istifade ederek büyümüş. Sonrasında benzer şekilde Roma, Yunan medeniyetinden; İslam medeniyeti (Endülüs, Osmanlı) eski Yunan ve Roma’dan ve son olarak Batı uygarlığı İslam medeniyetinin birikimlerinden yararlanarak ilerlemiş.

Bu gelişmeler, ilerlemeler ancak o medeniyetlerin ürettiği bilgi birikiminin kitaplar aracılığı ile taşınması ile olmuş. Hani ne demişti Avrupa’da radyolojinin kurucusu olan Madam Curie, “Müslüman Endülüs’ten bize 30 kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık. Orada bilim sıfırlanınca, biz yeniden sıfırdan onların yüzyıllar önce keşfettiği şeyleri bulmaya çalıştık ve yüzyıllar kaybettik”. İşte bugün biz bu şuurla hareket etmeliyiz. Çünkü kitaplar insanlığın edindiği bilgi ve kültüre en kolay yoldan ulaşabileceğimiz kaynaklardır. Descartes, ‘’İyi seçilmiş kitapları okumak, geçmiş yüzyılların seçkin zekâlarıyla önceden düzenlenmiş bir konuşmaya katılmak gibidir.’’ der bu minvalde.

Kitaplardan kültür edindiğimiz gibi kitap okumanın da ayrı bir kültür olduğunu unutmamalıyız. Mesela, çantada sürekli kitap taşıma, durakta beklerken okuma, yolculuk ederken okuma bunlar hep okuma kültürü ile alakalıdır. Ancak insanlarımızın büyük çoğunluğu kitap okuma alışkanlığı yönünden yetersiz.

Kadir Has Üniversitesinin mutad olarak yaptığı ve geçtiğimiz günlerde 2017 sonuçlarını duyurduğu Sosyal Eğilimler Araştırması’na göre toplumumuzun %52,8 hiç kitap okumuyor, %21,1 ise ayda bir gün veya daha az kitap okuyor. Bu veriler ne yazık ki bize kitap okuma alışkanlığının ülkemiz insanlarının çoğu tarafından benimsenmediğini göstermekte.

Oysa kitap, belki de ateşin bulunmasından sonra insanlığın yaptığı en büyük şey. Neden mi? Çünkü kitap, bazen bir tarihçinin elinde tarihe tanıklık eden bir göz, bazen bir bilim adamının elinde insanlığın gidişatını değiştirecek bir hazine, bazen de bir şairin elinde o milletin duygularını anlatan tercümandır.

Kitaplar, kapılar gibidir. Bir kez açtın mı, bambaşka bir dünyaya geçiverirsin. Hiç farkına varmadan, daha önce ismini işitmediğin, cismine tanıklık etmediğin insanlar arasında bulursun kendini. Onların yaşam öyküleriyle hayat bulursun. Kitabın sonuna yaklaştıkça bir durgunluk düşer yüzüne. Bu duyguları yaşamak iyi bir kitap okuduğunun belirtilerindendir. Bu durumu Paul Sweeney’in ‘’Son sayfayı çevirince yakın arkadaşınızı kaybetmişsiniz gibi hissettiğiniz an iyi bir kitap okuduğunuzu anladığınız andır.’’ sözleri tasdiklemekte.

Tarihimize baktığımızda birçok dönemde kitaba büyük önem verildiğini görüyoruz. Öyle ki çağ kapatıp çağ açan Fatih, daha 21 yaşında İstanbul’u fethedecek bilgi ve birikimi sayısız kitap okuyarak elde etmiştir. Yavuz, Mısır seferine giderken yanına üç katır yükü kitap götürmüştür. Ve daha niceleri başarının yolunun kitap okumaktan geçtiğini bilerek tarihe namını şanla düşürmüş.

Peki kitap bugün hak ettiği değeri görüyor mu veya kütüphaneler? Kitap ve kütüphane hakkındaki tavrımızın, ahvalimizin pek iç açıcı olmadığı vaki. Çünkü kitap günümüzde boş zamanlarda zoraki ele alınan veya öğrencilerin sadece okullardaki ödevlerden ya da sınavlarda başarılı olmanın koşulu olarak yine bir mecburiyete mahkûm olarak okuduğu bir nesne haline geldi. Ya kütüphaneler? Onların durumu da kitaplardan farksız. Teknolojinin ilerlemesiyle hıncahınç dolu olan internet kafelerin karşısında bomboş, sessiz ama mağrur.

Her düşünür önem biçmiş kitaba ve kitaplığa. Ne diyordu Mısırlılar; ‘’Kitaplık, ruhları tedavi eder.’’ Kuşkusuz çoğu kişinin kendi evinde kitaplığı vardır, ama buradan sadece kendisi ve yakınları, tanıdıkları yararlanabilir. Oysa kütüphanelerden çok geniş kitlelerin yararlanma imkânı vardır. Üstelik böyle bir özel kitaplığa sahip olan kimsenin de kütüphanelere gereksinimi vardır. Çünkü özel bir kitaplık asla kütüphanelerin zenginliğine erişemez. Bu konuda en güzel şey; sevgiye, kardeşliğe, insanlığa açılan pencereler olan kütüphaneleri çoğaltmak.   

 

* Bu yazının ortaya çıkmasında emeği olan TOBB Kız Anadolu İmam Hatip Lisesinden öğrencilerim Betül Akkoç ve Zuhal Boztaş’a teşekkürler.

 

DAĞLARCA’DAN GÖKYÜZÜ!

 


“Keleci bilen kişinin / Yüzünü ağ ide bir söz

Sözü pişirip diyenin / İşini sağ ide bir söz.”

Söze, “her dem yeni doğarız / bizden kim usanası” diyerek çağlar aşkın bir dille söz söyleme erdemini yücelten Yunus’la başlamak istedim.. Sözün şerefi; edep,adap, ilim,irfan ve hikmetten yoksun dimağlardan çıkarak pespaye olmasın diye.. Sözümüz, kıyl u kal, güft ü guy mesabesinde olmasın diye..

“Söz söylemesini bilen kişinin söyledikleri yüzünü ağartır. Sözü pişirerek söyleyenin işini sağ eder.” demiş Aşık Yunus. Sözü pişirmek..yani ham söz söylememek… düşünmeden, tartmadan, süzmeden konuşmamak, yazmamak.. her kişinin işi değil tabi, er kişinin işi..

Edebiyat, sözü edebince, adabınca söyleme sanatı.. Gah kalemle, gahi dille. Sözü güzel ve etkili, mukteza-yı hale ( halin gereğine) göre kullanmaya eskiler belagat demişler. Söz maani (anlam) ve belagattan oluşur. Anlam ne kadar mühim ve değerli olursa olsun söz beliğ, fasih ve sarih olmadıkça kömür suretinde elmasa benzer.

Geçenlerde edebiyatımızın söz üstadlarından birini daha ebediyete yolcu ettik.. “Türkçem benim,ses bayrağım!” diyen son dönem edebiyatımızın çınarlarından birini, Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı yitirdik. Yitirdiğimiz aslında sadece naçiz bedeniydi. Her ölümlü gibi o da kendisi için tayin olunan vakte kadar yaşadı ve irtihal etti. Kendisine Allah’tan rahmet, edebiyat alemimize baş sağlığı diliyorum. Dağlarca’nın kalemi sustu, lakin o eserleriyle yıllarca, belki asırlarca bizimle konuşmaya devam edecek..

“ Bir kuştu / Allı allı bir kuş / Her tüyüne bir çiçek bağladılar / Uçmadı o…

Bir kuştu / Mavili mavili bir kuş / Her tüyüne bir boncuk bağladılar / Uçmadı o…

Bir kuştu / Yeşilli yeşilli bir kuş / Her tüyüne bir çocuk kordelası bağladılar/Uçtu o.”

 

Dağlarca, bu mısralarında dile getirdiği “her tüyüne bir çocuk kordelası bağlanmış bir kuş” gibi rindlerin özlemle beklediği “asude bir bahar ülkesine” uçtu gitti.

Dağlarca, asrın en büyük şairlerinden biriydi. İsmiyle müsemma bir kişilikte, faziletli,güzel ve dağlar gibi yüksek bir ufka sahipti. Doksan dört yıl şahitlik ettiği insan ruhunun, yaşamının binbir çeşit haline tercüman oldu. "Sanat eseri hem bir saat gibi içinde bulunduğumuz zamanı, hem de bir pusula gibi gidilmesi gereken yönü işaret etmelidir." anlayışıyla yüz elliden fazla eser verdi. Eserlerinde insana ve insan yaşamına saygıyı bir düstur olarak benimseyip bu minvalde eserler yazdı.

Şiirinde hiçbir şairden etkilenmemiş, hiçbir edebi topluluğa katılmamış, hiçbir edebi akımın da tesirinde kalmamıştı; bağımsız ve özgündü. Peki 1967’de ABD’deki Milletlerarası Şiir Forumu tarafından “En İyi Türk Şairi” seçilen Dağlarca şiirlerinde neyi anlattı? Dağlarca’nın şiir anlayışını yine onun sözleriyle aktarayım:

“Görünenle 
 Olmak 
 Düşünmek 
 Görünmeyenle.”

Ses bayrağı olarak gördüğü dilinin,yani Türkçenin sevdalısıydı. Şiirlerinde geleneksel şiirimizin berrak,duru,içtenlikli Türkçesini, ince ve derin imgelerle yoğurabilmeyi başarmıştı. Bir röportajında, “Ayrılığın acı veren, acı verecek başka bir büyüklüğü var. Ki bunu saydıklarımın üstünde tutarım: Türkçe’den ayrılmak!” demişti.

 

“Farkında değil gönül

Sanki hepten divane

İçimizden, dışımızdan

Geçer vakit

Zalim, zalimane!”

            Geçti vakit,geçti zalimane ve “Çoçuk ve Allah”ın şairi: “Ya Allah / Ya Allah derim ki / Titrerim / Kara sesimden / Ya Allah… Ya toprak ko beni gideyim gideyim / Varmışların ardına öcül öcül / Ve küçücük ve eski ve yırtık bayraklar arasından, / Ya gök / Al beni." diyerek hayata gözlerini yumdu.

Gitmeden önce evinin müze ve kafeterya olarak kullanılmasını, adının da “Dağlarca’dan Gökyüzü” olmasını istemiş ve “Buraya gelenler, benim gökyüzüme baksınlar istiyorum.” diye vasiyette bulunmuştur. Artık o, Dağlarca’dan Gökyüzü’nde yaşayacak.

 

 

DİSTOPYA

 


 “Kelecilerin pişirgil / Yaramazın şeşirgil / Sözün us ile düşürgil / Dimegil çağ ede bir söz” demiş söz söyleme erdemini yerli yerince, usûlüne göre ve usla kullanmanın ehemmiyetine binaen, söz üstadı ve gönül sultanlarından Yûnus Emre. Sözü pişirip diyerek hem sözün şerefini hem söz söyleme istidadına mazhar olmuş en şerefli varlıktan olarak yüzünü ağ, işini ve adını sağ etmiş yüzyıllar boyunca. Söze yine Yûnus’la başlamak istedim. Niye mi? Batılıların incipit dediği bir metnin ilk cümlesi o metinlerin bir anlamda kaderini de biraz ve belki de ekseriyetle tayin ediyor. Okuyucu -hele de bizim memleketimizdeki gibi bir metni sonuna kadar okumaktan pek hazzetmeyen veya imtina eden diyelim – o ilk cümleyle ya bağlanır kalır metne ya da hallice zaplar gider. Yalnız benim derdim değil bu, incipit meselesi üstelik. Kitapların ilk cümlelerini toplayan, tasnif eden edebiyat meraklıları, sırf bu iş için internet siteleri dahi kurmuşlar.Has edebiyata katkısı’ olduğu düşünülen kitapların ilk cümlelerini derliyor bu siteler. İlk cümlenin hem okur hem de yazar için kışkırtıcı bir yanı var, kitabın sesini ele verir. Gabriel Garcia Marquez, kitabın ilk cümlesinin metnin tamamı için bir laboratuvar görevi gördüğünden söz eder. Ben ise söze Yûnus’la başladım, zira ‘’Satırdan sadıra(kalbe) yol gider’’ fehvasınca kendini gönüller yapmaya adamış ve bunda da Hakk’ın inayetiyle bihakkın muvaffak olmuş bir sühan sultanına telmihte bulunarak söz memalikinde-sahasında bir sarayın gölgesinde varid olan sözlerimle belki var ve umulur ki bencileyin yaralı gönüllere yâr olurum.

 Kaygı yoksa, insan da yoktur, yok olmaya mahkûmdur. Kaygısız insan, ayakta durma zeminini çoktan yitirmiş bir makineden, kolaylıkla oraya buraya sürüklenebilen bir robottan başka nedir ki!” diyor Yusuf Kaplan. Damarlarında insan olmanın, yeryüzünün kendisine musahhar kılındığının bilincinde olmanın getirdiği erdem ve yükümlülük duygularının hasis bir şekilde dolaştığı gönlü ve aklı münevver kişiler fenerleriyle yol bulurlar ve yol gösterirler istidatlarınca, karınca kaderince.

Evet, kaygı ve duygu yoksa insan da yoktur..ve zamanın bize sunduğu teknolojik imkanlar içinde robotlaşan insanoğlu… dünyadan, hayattan kopuk, kendi dünyasına ve yaşadığı dünyayı anlamaya, gidişatını değiştirmeye, güzelleştirmeye, iyileştirmeye dair en ufak fikri olmayan ve daha da elîmi fikir edinmeye cehd etmeyen bir sürü genç dimağ…Kendini hayatın akışına teslim etmiş, yalnız ene’sinin heva, heves ve hazlarını tatmin için maddî olarak bol kazanç sağlamak gibi sığ ve salt seküler bir hedefin nâdan yolcuları.. Evet nâdan, yani bilgisiz, cahil.. Parmenides’in (1) dediği gibi “ne kokar ne bulaşır cinsinden yararsız insan”. Başkalarının görüşleri istikametinde yaşayan, hayatının başkaları tarafından determine edilmesine ses çıkarmayan bireyler. Görüşü olmayan dolayısıyla idealleri, yaşadığı dünyaya dair tasavvurları bulunmayan, amorf yaşam sahipleri..

Bu bir distopya(2) mı? Yani anti ütopya.. İnsanlar, yıllar yılı hayaller kurdular yaşamlarına dair, yaşadıkları dünyaya dair..Kimi zaman gerçekçi, kimi zaman ütopik.. Hayal kurmak, insanı motorize eder, önce tefekküre sonra eyleme yönlendirir. Hayal kuran demeyeyim bir “aksâ'l-ğayât”ı, gayesi, hayâli olan insanın idesi, ideali yani bu hayata dair söyleyeceği sözü vardır.

“Hakikaten çok yazık, zihninde cevabı olmayan bir tek soru bile yok!Ah, bir olsa, bari şöyle olsa, bile diyemiyorsun, zira hayal nedir, arzu nedir, dilek nedir, umut ve ümit nedir hiç bilmiyorsun! Düş de göremiyorsun bu yüzden. Bir nida dahi kopup gelmiyor ki gaipten! Senin gaibin bile yok dostum. Neyin varsa el altında, göz altında. Ne garip ki her şey malumun. Sorun da burada ya, senin meçhulün de yok, her şeyin malum.”

diyor Dücane Cündioğlu bir yazısında. Evet her şeyin malum olduğunu zannediyor, düşünüyor bilgi çağının nesli. Zahir, bilginin çoğaldığı, ancak ne yazık ki âlimin azaldığı ahir zamandayız.. ve bu zamanın hastalığı her şeyi hoyratça tüketmek..Bilgi de lazım olduğu kadar ve muvakkat olarak kullanılıp atılıyor, sahip olunmadan sadece yüklenilerek..İlmin kıymet-i harbiyesi bu memlekette artık sınavda çıktığı kadar.. Bu kadar dar bir afak çizerseniz sınırtanımayan bir olguya, eldevarınız elbette ki niteliksiz, yalınkat nicelikler olacaktır. Bu nicelikten çıkar mı yeni Yunuslar, Mevlanalar, İbni Sinalar, İbni Haldunlar?.. Bu eğitim sisteminden mütefekkir çıkar mı? Ya âlim, sanatçı, yazar, hele de ârif..Tabii ki zor, çok zor.. Ancak kişinin yoğun gayretleriyle belki.. Her bireyi aynı gören ve hepsine aynı yaklaşımla muamelede bulunan bir mantığa dayalı bir sistemden ne beklenebilinir ki!.. Adı “müfredat” olan; yani müfred için, fert için bireyselleştirilmiş olarak hazırlanmış olması gerekirken tek merkezden, tek-el’den çıkan, bireyin farklılıklarını törpüleyip hepsini aynı tornadan uni-formda çıkarmak isteyen bir eğitim programı mantığı ile -ne kadar cilalanırsa cilalansın- hangi doğru hedefe ne oranda varılabilir?

Hele de çoğunlukla malumatı ilim zanneden, isminin önünde cafcaflı unvan sıfatları bulunan, ilimden-irfandan bihaber, sadece malumatfuruşluk yapan uygulayıcılarınız varsa.. Üstelik söz konusu malûmat sahipleri, kendilerini en büyük âlim mesabesinde görüyorsa.. Merhum üstad Necip Fazıl, bunları, çölde bir çukurda birikmiş deve idrarındaki saman çöpüne binip kendisini okyanusta transatlantikte sanan karıncalara benzetirmiş..

Peki, hırsızın hiç mi suçu yok hocam diyor çocuk? Haklısın çocuk, senin bunda suçun yüzde hiç. Hayfa ki bunu böyle yaptıran da , sana bu dar elbiseyi biçen de bizleriz.. Ama şoven duygularla biz toz kondurmayız yine kendimize; çünkü yaptığımız her şey zahiren kitabına uygun ve tutarlıdır. Peki ya bu tutarlılık, istikbalimizi kurtaracak mıdır? “Şu kısa yaşamın dar sokaklarında dolaşırken elinde tuttuğun tutarlılık şemsiyesinin seni ıslanmaktan koruyacağına itimadın öyle tam ki paçalarının çamur içinde kaldığını fark etmiyorsun bile.” (D. C.)

ve düşer zihnimin fonuna bir beste, aheste:

“ Benim bu derdim / Ne yağan yağmurda / Ne yalancı sonbaharda / Ne bomboş sokaklarda…”

Ve dillenir mısralar Orhan Veli’den, yeniden:

“Ağlasam sesimi duyar mısınız, / Mısralarımda / Dokunabilir misiniz, / Gözyaşlarıma, ellerinizle?”

Kızıl havaları seyreden gönül, bilir ki akşam olmakta ve ruha dolan gizli bir dil der ki:

“Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller 
 Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller

Klasik edebiyatımızda gül birçok yönüyle şairlere ilham kaynağı olmuş, gül metaforu çerçevesinde birçok imge(mazmun) oluşturulmuş. Kanayan bir güldür aşığın gönlündeki yaralar…Yarası olanın derdi vardır.. Derdi olanın söyleyecek sözü...

Evet memleketler de insanlar gibidir..biz de yaralanarak, yaralarımız kanayarak büyüdük..Hatta yaralı ve endişeli gönüllerle büyük inkişafların ve terakkilerin ışığında “gelip dünyaya medeniyet nedir öğretmişiz.” Ben şahsen gecenin davetçisi akşam kızıllığının hengamesine dalıp aydınlık yarınları muştulayan bad-ı sabayı unutan Ahmet Haşim gibi ümitsiz değilim.. Benim ümitsizlik diyarına meskun veya medfun hayallerim yok..Yaralarım kadar her dem taze ümitlerim.. Çünkü biliyorum İskender Pala’nın dediği gibi yedi cılız başak ile yedi semiz başağın hikâyesidir bu, yirmibirinci yüzyılda tecelli eden. Kıtlığın Yusuflar eliyle bolluğa döndürülmesinin tekrarlanacak hikâyesidir. Bizim bu hikayenin neresinde ve ne kadarında olacağımız ne kadar yaralı olduğumuza bağlı..(3)

 

Dipnotlar:

1. Mantık diyalektik'in ilk kullanıcılarından olan Antik Yunan felsefesinde  rasyonalizm  geleneğinin ilk filozoflarından biri

2. Distopya, (anti-ütopya Yunanca dystopia) çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılır.

3. Müşkülpesentlik değildir ne niyetim ne de ahvalim.., Hiçbir şeyi beğenmeyip her şeye bir kulp takan, sürekli eleştiren ve hiçbir şey üretmeyen, çare aramayan bir zihniyetten de Allah’a sığınırım. Eğitimin tüm aşamalarında nasıl olması gerekliliği ile ilgili fikirlerimi inşallah daha sonra serd edeceğim.