16 Mart 2017 Perşembe

“Bİ ŞEY YAPMALI”


“Düştüm sınav derdine de öğüt veren bol olur,
Toplasam o öğütleri burdan köye yol olur. 
Ana,baba,bacı,kardaş dar günümde el olur,
Sınav belasına kardaş, döktüğümüz ter bizim”

Rahmetli Cem Karaca’nın bir türküsüne telmihte bulunarak ve sözlerini sınava hazırlanan öğrencilerimiz için uyarlayarak başlamak istedim yazıma. Evet çok kıymetli öğrencilerim, biliyorum ki bu yıl ağır bir yükü yüklendiniz omuzlarınıza ve cendereli bir yolda kiminiz ağır aksak, kiminiz koşar adım ilerliyorsunuz. Ve ne yazık ki Türkiye şartlarında bu yol çok uzun, çetrefilli ve engebeli. Hal böyle olunca o yoldan başarıyla ve başaramadan geçenler veya başardığı halde istediği gibi geçemeyenler, (yani anneleriniz,babalarınız, öğretmenleriniz, çevrenizdeki büyükler vs.) yolda daha rahat ilerleyebilesiniz, engebelere takılıp da zaman ve enerji kaybına uğramayasınız diye üzerinize tir tir titriyorlar ve bol bol öğütler veriyorlar. “Aman oğlum, çok çalış.. Aman kızım derslerini aksatma.. Ödevlerini eksiksiz yap.. vesair vesair..” Yani türküde dediği gibi toplasanız o öğütleri buradan ÖSYM’ye yol olur.
Öğüt verme ile öğüt alma durumları arasında psikolojik duruş açısından bir fark var, pek de farkında olunmayan. Öğüt veren “her şeyi bilen, hiç yanlış yapmamış” pozisyonunda görür kendini, öğüt alan ise “cahil, yardıma muhtaç, ezik” hisseder kendini veya bu ona hissettirilir.. İşte hal böyle olunca siz de kendinizi hele de bu yaşlarınızda “kimseye ihtiyacı olmayan, artık erişkin,yetişkin biri” olarak gördüğünüz için doğal ve haklı olarak bilinçaltına dayalı bir refleksle, verilen öğütleri dinlemek dahi istemiyorsunuz, dinleseniz de söylenenler bir kulağınızdan giriyor, öbüründen çıkıyor. Bu durumu da engin tecrübeleri arasına katan atalarımızda işte tam bu yüzden dememiş mi “Bir musibet, bin nasihatten evladır(iyidir)” diye. Umarım musibet olmaz sonuç da boşa kelam etmiş olmam.
Hemen ben de durumdan vazife çıkarıp birkaç öğüt vereyim, demeyeceğim tabi. Çünkü öğüt heybenizin şimdiden ağzına kadar dolduğunu biliyorum. Bu süreçte yani sınava hazırlık sürecinde sonucu tayin edecek olan en önemli şey bence “kaç soru çözdüğünüz, kaç denemeye girdiğiniz, günde kaç saat çalıştığınız” falan değil. Bunlar sonucu etkileyen küçük faktörler. “Aman hocam, ne diyosun sen böyle, saçmalama Allah aşkına.” lakırdılarını duyar gibiyim. Efendim “evet tam ve eksiksiz olarak bunlar çok önemli değil” diyorum. Peki ya ne önemli, nedir birincil olan, öncül olan? Tabi ki öznenin kendisi, yani nesneler değil. Bu süreçte “özneler” yani “çocuklarımız, öğrencilerimiz” önemli. Yani “siz, her biriniz tek tek önemlisiniz ve değerlisiniz”.
Evet çok şey bilen, görmüş geçirmiş büyükler!.. Buradan sonra sözüm önce kendime sonra size. Bunu onlara koşutsuz olarak söyleyebiliyor veya hissettirebiliyor musunuz?  Yani “Oğlum,kızım!.. sınavı kazansan da kazanmasan da sen yine bizim için değerlisin, önemlisin, adam gibi adamsın; değerinden, öneminden hiçbir şey kaybetmeyeceksin, sakın ha sakın sınavı kazanamama düşüncesi seni üzmesin, yormasın, geleceğe endişeyle bakmana yol açmasın. Sen bizim, vazgeçilmezimizsin. Sen, bir evlat olarak, bir öğrenci olarak, her şeyden önce bir insan olarak çok çok değerlisin ve anlamlısın.  Sınavı kazanmak, hayatı kazanmak değil. Hayat devam ediyor ve sen de belki üniversiteyi kazanarak, belki başka bir şekilde hayatımızın önemli bir parçası olmaya devam edeceksin” diyebiliyor muyuz veya bu güveni onlara verebiliyor muyuz? Diyebiliyor muyuz demeyeyim, en azından hissettirebiliyor muyuz?
(Kafdağı’nı assalar, belki çeker de bir kıl, 
    
 Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!)
Tabi çok olumsuz bir tablo çizmek istemiyorum ama ne yazık ki memleketteki genel ahval ve şerait bana bunları söyletiyor. Onlara öyle ağır bir yük yüklemişiz ki bu yaşlarında gözleri pırıl pırıl olması gerekirken, etraflarına mutluluk saçmaları gerekirken sanki ağır bir vebal yüklenmiş gibi kara kara düşünüyorlar, ne yapacaklarını şaşırıyorlar, yüreklerini ve kafalarını yoruyorlar, bazen umutsuzluğa düşüp geleceğe umutla ve güvenle bakamıyorlar.. Hayattan kopuyorlar, programlı bir robot gibi yaşıyorlar. Etken ve etkin olmaları gerekirken, oldukça edilgen yaşıyorlar. Öyle değil mi ki memleketimizde bazı öğrenciler, sınav stresiyle depresyonlara giriyor, bocalıyor, sınava çok iyi hazırlandığı halde sınavda aşırı heyecan ve stresten yapamıyor, kaybediyor. Değil mi ki bazıları kendini “kurbanlık koyun” gibi hissediyor ve haziranın bilmem kaçını kurban edilecekmiş gibi bekliyor veya bazıları gökten kurban (üniversite kapısı) inmesini bekliyor. Oysa Hz. İbrahim’i gökten “oğlunu değil de al bu koçu kurban et” hediyesiyle karşılaştıran kendinin ve oğlunun samimi yürekleri değil miydi?
“yolun ortasında / henüz onaltısında 
“insanım,insanım” diyorsa / bişey yapmalı 
bi şey yapmalı hey / bi şey yapmalı hey
bi şey yapmalı”
diyor Moğollar. Evet bi şey yapmalı, bi şey yapmalı bugünden itibaren.
“Ya hocam, sen de amma boş konuşuyorsun, biz bunları zaten yapıyoruz.” diyenler var tabi ki içinizde. Evet, elbette olacaktır, olmalıdır da. Zaten olmazsa vay halimize. İçimizdeki iyiler ve doğrular hürmetine dünya geçmişte de, şu anda da, gelecekte de yaşanabilir oldu ve olacak, değil mi? Tabi ki benim sözüm, “ben oğlumu, kızımı dersaneye gönderiyorum, harçlığını veriyorum, gerekli çalışma ortamlarını oluşturuyorum… “ gibi teranelere sırtını dayamış olanlara.. İnşallah böyle kişiler de yine Moğollar gibi:
“derin uykudaydım / sesine uyandım
ter içinde kaldım / uyku tutmadı
bi şey yapmalı hey / bi şey yapmalı hey
bi şey yapmalı”
diyecekler.. Ve işe en azından bir gülümseme ile başlayacaklar.
Gelelim öğrencilerimize. Size öğütler verecek değilim. Niye derseniz bu yazıyı baştan bir daha okuyuverin derim. Gerçi biz yazıyoruz yazmasına ya, acep kaç öğrenci veya kaç veli okuyor bu yazıyı Allahualem? Bizim AGB’miz yok, reytingleri ölçemiyoruz. İnşallah havanda su dövmüyoruzdur ya da karanlığa, boşluğa konuşmuyoruzdur. Neyse işte buyrun size bir “kıssa”. “Hisse”yi söylemiyorum. Çünkü artık büyüdünüz ve “neyden ne ve ne kadar” hisse çıkaracağınızı biliyorsunuz.
Sütün içine düşen iki fare hikâyesini duymuşsunuzdur. Bilmeyenler için anlatıyorum:

“Bir süt kabının içine iki tane fare düşer. Birinci fare, ne yapsa da kurtulamayacağını düşünerek kendini bırakır ve kısa bir süre sonra boğularak eşek cennetini boylar. Ancak ikinci fare, bu durumdan bir şekilde kurtulacağını düşünür ve bunun için sütün içinde azimle sürekli olarak çırpınmaya başlar. Bir süre sonra, bu çırpınışları sonuç verir ve süt yavaş yavaş kaymak tutmaya başlar. Daha sonra iyice kalınlaşan kaymağın üzerine çıkan fare, oradan zıplayarak süt kabından kurtulur.” Var mısın kurtulmaya?