27 Haziran 2021 Pazar


                          ADIYAMAN ANADOLU ÖĞRETMEN LİSESİ 2013 TİYATRO GÖSTERİSİ

                                            (Senaryosu tarafımdan eğitim hayatına uyarlanmıştır.)

PART-1

                                                                    

PART-2


 

25 Haziran 2021 Cuma

VAHDET

 

ve Vahdet okyanustur..

İnsan ruhları ise ondan buharlaşan

sonra gökteki bulutlarda vücut bulan 

yağmur damlacıkları..


ve başlar yolculuğu ruhun

bütün'ünden ayrıldığı vakit..

seyr-ü sulük..


Salik(yolcu),bedenlendikten sonra 

kaderince ve amelince bir süre yaşar,

okyanusa kavuşuncaya kadar..


kimine yol uzundur,kimine kısa..

kimi kolay kavuşur,doğrudan..

kimi zor kavuşur,

bir ırmak(rehber) aracılığıyla bulur okyanusunu..

ve kimi hiç kavuşamaz bütününe,

bütününden habersiz ya da naşinas.. 

ya yer altına mahkum olur, ya bir göle..

sebebini bilmediği acıları dinmez,

hasretliği bitmez..


CEHENNEMİN DİLİ

 

“Yevme nekûlu licehenneme helimtele’ti ve tekûlu hel min mezîd: O gün ki Cehenneme ‘Doldun mu?’ diyeceğiz, o da ‘Daha ziyade var mı?’(Daha fazlası yok mu?) diyecek.” Kaf Sûresi-30. Ayet

Evet, Cehennemin de dili var, konuşuyor ve “daha yok mu?” diyor. Kur’an-ı Kerim’de Rabbimizin bize aktardığı kıssalardaki, mesellerdeki, müsemmalardaki, diyaloglardaki hikmetler oldum olası dikkatimi celp etmiştir. Mesela Cehennem neden “daha yok mu?” der, Cehennemin başmeleğinin ismi neden Malik, Cennetin kapısında mü’minleri karşılayan meleğin ismi neden Rıdvan? Ve daha her ayetinde bir hakikata müş’ar  birçok hikmet..

Hz Adem (a.s.) ilk yaratıldığında Cennet’teydi, sonsuz nimetler içinde.. elhak, sadece bir meyve yasak.. ve ebediyet güvencesi vadedilmemiş bir ahvalde..  “Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?” Tâhâ Suresi 121 vesvesesiyle şeytan, onu ve eşini şaşırttı.. “Derken şeytan onların ayaklarını kaydırarak, içinde bulundukları nimet yurdundan çıkardı. Biz de: 'Haydi, dedik, birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin! Siz orada belirli bir süre ikamet edip yararlanacaksınız.”

 (Bakara, 2/36, 38)

Hz Adem (a.s.)’den bize genetik yoluyla tevarüs eden haslet: ebediyet arzusu ve sınırsız mülke malik olma arzusu.. “hel min mezid”çilik.. Yani hemen hepimiz yaşadığımız dünyayı cennetleştirmeye çalışıyoruz, olabildiğince çok nimet yurduna dönüştürmeye çalışıyoruz.. ve de Cennet’teki gibi nimetleri kolayca edinmenin, sürekliliğinin ve çokluğunun yollarını arıyoruz.. İkinci haslet, ebedileşme arzusu.. bu dünyada hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşamak istiyoruz.. nimetlerin yok olmayacağı, azalmayacağı bir dünyada yaşamak.. şaşkınlık ya da gaflet hali.. “İnsan, uykudadır, ölünce uyanır.” Hadisi ahvalimize tercüman..

Hz Adem (a.s.) hatasını anladı, şaşkınlıktan çabuk sıyrıldı.. Sınırsız ve sonsuz olanın, Malik’ul Mülk olanın, ezeli ve ebedi olanın Allah olduğunu bildi ve O’na yöneldi. Peki ya hatasını anlamayan Ademoğulları.. o kadar çok ki, ziyadesiyle mevcut.. yok’luğu er ya da geç tadacak olan varlıklar.. çoklukla, yalan olanla oyalananlar, oyalandıkça sahip olmaya ve sahip olduğunu zannettiği şeylere karşı şehevatı artanlar.. Arttıkça artırmak isteyen, “Daha yok mu, daha yok mu?” diyen, “benim …… -im , benim …….-ım, benim …….-um, benim …….-üm” diye diye malik olduğu şeylerin ilk Malik’ini, son Malik’ini, gerçek Malik’ini bilmeden, emanet şuurunda olmadan oyalanmasını tamamlayıp Cehennemin başmeleği Malik’in “Daha yok mu?”sunun nesnesi olacak olan gafiller.. Mesela onlardan biri David Rockefeller.. Hedefi 200 yaşını görmekmiş.. Bu amaca matuf 6 kalp nakli, 3 böbrek ve 2 de ciğer nakli yaptırmış.. ama nafile.. Geberdi gitti 101 yaşında.. Bir namazlık saltanatı bile olmayacak taht misali o musalla taşında..

Dünyanın sayılı milyarderlerinden(dolar üzerinden:)) Nelere malik değilmiş ki..  “Dünyanın neredeyse yarısından bile fazla bir etki alanına sahip..” diyor Vikipedi.. 5 ila 15 trilyon dolar servetiyle, "Dünya imparatorluğu" kurmak istemiş; "dünyaya yeniden düzen verecekmiş" petrol kokan kanlı elleriyle.. Ama işte çarnaçar zaik’lerinden oldu mevtin.. şimdi yanında mı acep servetin? Zihnimin fonuna gelen bir şarkı.. Bazı hakikatleri Sezen ve dillendiren birinden.. “Bu dünya ne sana, ne de bana kalmaz.. Bu dünya ne sana, ne de bana kalmaz.. Sultan Süleyman’a kalmadı böyle.. hiçbir kitap yazmaz..”

“Elhakumut tekasür, hatta zurtumul mekabir”

Çokluk oyalar.. mal ve mülk kişiyi kendine köle eder. Makinaların çoğalmasıyla modern insan hayatı kolaylaştıracağını sandı.. ama ortada bir terslik vardı.. makinalar sahibini köleleştiriyordu. Akıllı olanlar da daha fazla..

Mal da yalan mülk de yalan

Var biraz da sen oyalan

Cennet

 

Cennet,

Sevgi'lilerin ve Merhamet'lilerin yurdu..

İnsanda ruhtandır "sevgi ve merhamet",

Bu duygulardan iyilik doğar..

"hırs ve şehvet"in membaıdır beden..

Bu duygulardan ise kötülük doğar..

 

yenilirse ruh, bedene

zulmetmeye başlar..önce nefsine

sonra diğer hemhilkâtlerine..

bu yüzden cehennemdir

zâlimlerin yurdu..

 

Ruh "ışık"tır, ten "karanlık"..

Ruh ayrılınca tenden

"gözün ışığı" gider..

Zulüm,ışığı gölgelemek,

İnsanı ruhsuzlaştırmak..

Sevgi ve merhameti yok etmek..

DUVARIMIN AYNASI

 


 

ben'e giydirilmiş beden'ler..

asıl güzellik ben'de aranmalı,

beden'de değil..

beden gibi ben de makyajlanır,

aşk'ın ilk evresinde.

her iki taraf da bedenleri gibi

ben'lerini de makyajlar..

ve her iki taraf

makyajlanan ben'deki sen'e aşık olur..

acaba bende'deki sen, sen'deki sen misin?

 

Kişi, kudreti, kuvveti, azameti nispetince merhametli, affedici ve sabırlı olmalıdır.. olmazsa eğer tiranlaşır, ceberrut bir zalime döner..

 

 

İnsan kişiliğini, mefkuresini oluşturan ma'na-vi ilkelerinden uzaklaşıp bulunduğu ve geldiği hal kendisine hoş,süslü ve doğru geliyorsa "ama"larla yaptıklarını gerekçelendiriyorsa ruhunu farkına varmadan kendisini kandıran şeytana teslim ediyordur.. Yazık, aynaya bak' Bu, aynadaki, sen misin?

 

 

"Postmodern ıztırarî hastalık:hamakat ve basiret körlüğü..ve tutuşturulmuş reçete:yarış atına dönüştürülenlere at gözlüğü..ya da uzaktan amorf bir yaklaşımla abandone seyrediş.. iğdiş edilmiş düşünme yetisiyle,oyunlarla (PES,PS vs.) büyüy(emey)en nesillerin çarçabuk oyuna gelmesi doğal değil mi? pek yazık ki bu hengamede ölen ve aslında derde deva erdem:observatif güven."

 

 

aklın çekmediği kudret, ancak öz-farkındalıksız zulüm doğurur..

 

kisveler.. kılıklar.. kılıflar.. şov-tanılar için utanımsız tanımlar.. sahi, sahi olmak çok mu zor?

 

"Aman Allah'ım! Ene(ben)li ve iyelikli cümleler ne kadar da arttı ülkemin atmosferinde..böyle olunca bu puslu havada en büyük ene-ist ve kibirli olan şeytan ve şeytaniler, göbek atıyordur herhalde..neuzu billah..yazık, herkes kendi yığınlığında şeytanın gör dediğine bakıyor.."

 

Millet olarak çocuk gibiyiz..çok ve çabuk gaza geliyor,çok ve çabuk öfkeleniyor,çok ve çabuk üzülüyor, çok ve çabuk seviniyoruz..-uz..-uz..duygu buğulanmasından basiretimiz bağlanıyor,gözlerimiz gerçekleri olduğundan farklı algılıyor..acı(lar) ya da kayıp(lar) yaşandıktan sonra gerçeklerle yüzleşince de aklımız başımıza geliyor..ama çoğu zaman iş işten geçmiş oluyor..ve ne yazık ki bu karakteristik, birbirimize karşı (fert,grup,cenah,hizip,mezhep..) tutumlarımızda da böyle..araştırmadan,anlamadan,dinlemeden,bilgi sahibi olmadan birbirimizi yaftalıyor,yargılıyor ve mahkum ediyoruz..bu yüzden bu milletin en büyük öğretmeni acılar olmuştur..düşüncelerimize,eylemlerimize ve hatta umutlarımıza bilgiyle akl-ı selimin yön verdiği bol acısız günleri de görürüz inşallah..

 

Üstad, yine fasih bir şekilde varoluş hikmetini dile getirmiş. Zaten Hâlık-ı kainatı tanımak, O'na iman ve ibadet etmek, vazettiği emirlere uyup yasaklarından kaçınmak, havf ve reca arasında yaşamak, gönderdiği Rasulu örnek almak kamil insan veya halkul beriyye olmanın ön koşullarıdır. Rasulullah (SAV) demişti ya "Sizden Allah'ı en iyi tanıyan ve O'ndan en çok korkan Ben'im". Sorun da zaten insanların Rabblerini çok iyi tanımamaları, O'ndan yeterince korkmamalarıdır. Yoksa ayette belirtildiği üzere "iman ettim" demekle iş bitmiyor. Bütün mesele O'na ne kadar iman ettiğimiz ve bunun icabı olarak ne kadar amel-i salih işlediğimiz, ahsen-u ameladan ne kadar yaptığımız, önce bizi Vareden'in sonra da var ettiklerinin hukukuna riayet ettiğimizdir. Allah bizi bağışlasın, sırat-ı mustakiminde istikamet sahibi kılsın. İnsan olmak, hele kamil insan olmak çok zor ve bu yüzden de cennet ucuz değil, cehennem de lüzümsuz değil.

BİLGE KRAL: ALİYA

 


“Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü.
Hadi göster bakayım şimdi de İbnü'r-Rüşd'ü?
İbn-i Sînâ niye yok? Nerde Gazâlî görelim?
Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim?
En büyük fâzılınız: Bunların âsârından,
Belki on şerhe bakıp, bir kuru ma'nâ çıkaran,
Yedi yüz yıllık eserlerle bu dînin hâlâ,
İhtiyâcâtını kâbil mi telâfı? Aslâ.
Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm'ı.

Kuru da'vâ ile olmaz bu, fakat ilim ister;
Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster?”

diyor Mehmet Akif, yaşadığı devri aydınlatan âlim, ârif ve önder şahsiyetlerin yokluğundan şikayet ederek..

İslam’ın en uzun ve en karanlık yüzyılında deniz feneri misali, yolunu şaşırmışlara umut ışığı olan şahs-ı münevverlerin yokluğu ya da azlığında Akif haklı.. Hele de modernitenin tüm iştihasıyla insanı maddeye, tüketmeye, hıza ve hazza köleleştirdiği son yarım asırda beka pınarından bir damla olan insan ruhunu özgürleştirmeye çağıran, bunun için çalışan aydınlık ruhlar yok denecek kadar az. İşte Akif’in “göster” dediği o kudrette adamlardan biri de Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç..

"Ben bir Müslüman’ım ve öyle kalacağım. Kendimi dünyadaki İslam davasının bir neferi olarak telakki ediyorum ve son günüme kadar da öyle hissedeceğim. Çünkü İslam benim için güzel ve asil olan her şeyin diğer adı..."  diyen Aliya İzzetbegoviç, 1925'de Bosna-Hersek'in Bosanski Samac ilinde doğdu. 1946 yılında Genç Müslümanlar Örgütü'ne üye olmaktan üç yıl hapse mahkum edildi. II. Dünya Savaşı sırasında Mladi Müslimani ( Genç Müslümanlar) birliğine katılmıştı. Henüz on beş yaşındaydı. Anti-faşist olan bu birliğin amacı Balkanlarda Müslümanlığı tekrar diriltmekti.

“Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum; sureten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye dâvet ediyorum.”  diyen Bediüzzaman gibi o da kendi coğrafyasında Müslümanların İslamlaşmasını kendine misyon olarak benimsemişti.

Hapisten çıkan Aliya, Saraybosna’da 1956’da Saraybosna Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra uzun yıllar avukatlık ve hukuk danışmanlığı yapacak bir yandan da siyasi faaliyetlerini sürdürecekti. 1960’lı yıllarda İslam Deklarasyonu adıyla kaleme aldığı kitabıyla yeniden mahkumiyeti başlamıştı. 1983 yılında düşüncelerinden dolayı 14 yıl hapse mahkum oldu. Cezasının beş yılını hapiste geçirdi. Yugoslavya'nın dağılma sü­recine girdiği dönemde Demokratik Eylem Partisi (SDA)'ni kur­du ve genel başkanı seçildi.

Sırpların Bosna-Hersek Cumhuriyetine karşı başlattığı savaş boyunca Aliya İzzetbegoviç, bağımsızlık savaşına liderlik yaptı. Yıl 1995 Temmuz’uydu. Srebrenika’da birkaç gün içinde sadece yedi sekiz bin kişiyi katletmişti Sırplar... Aliya ve halkı bin iki yüz gün kuşatma altında kalırken dünya bu olaya seyirci kalmıştı.

Saraybosna’da on binden fazla insan öldü ve bunun 1300’ü çocuktu. Ölülerini gömecek mezarlık kalmadığından parklar bile mezarlık haline getirilmişti. Müslümanlarsa herhangi bir askeri destekten yoksun ve silah yönünden çok zayıftılar. Sonuçta Sırplar Bosna-Hersek’in önemli şehirlerini işgal ettiler.. Sırplar işgal ettikleri yerlerde hem katliam hem de yıkım gerçekleştiriyorlardı. Özellikle camileri ve İslâmi izler taşıyan tarihi eserleri yıkmaya özen gösteriyorlardı. Savaşın sonuna gelindiğinde Bosna-Hersek’teki iç savaşın aldığı can sayısı 250 bini, göçe zorladığı insan sayısı ise 1 milyonu aşmıştı. 1995 yılında savaşa son veren Dayton Anlaşması imzalandı.

 Aliya, bu antlaşma için "Hayatımda en zor attığım imza olmuştur. Ne yazık ki bütün ideallerimizin yok olmaması için bu anlaşmayı imzalamak zorundaydık."diyecekti. Dayton Barış Antlaşması’nın mimarı Richard Holbrooke onun için şöyle diyecekti: "Eğer Aliya İzzetbegoviç ve onun kararlı tutumu olmasaydı, bugün Bosna-Hersek diye bir devlet olmayacaktı".

“Ben, İslam’ı ve mücadele şuurunu Mevdudi, Seyyid Kutup, Hasan el-Benna ve Fazlurrahman gibi âlimlerin kitaplarından öğrendim.” diyen, cesur, inançlı ,azimli, entelektüel, bilge, zahid, eylem adamı kişiliğiyle Aliya, yeni bir lider tipinin öncüsü oldu. "Ey teslimiyet, senin adın İslam’dır." diyen Aliya İzzetbegoviç 2003 yılında rahmet-i Rahman’a ruhunu teslim etti.  

“Gözlerinden salıncaklar kuruludur gökyüzüne… Ufka ayarlı bakışlarından yarınlara adanmış zaferler tüter.  Sessiz bir çığlıktır o… Kuşatılmış duyguların, hapsedilmiş hayallerin özgürlüğe açılan kapısıdır. Yalnızlığı sürgün etmeye meyilli olanların yanı başındadır.  Ümidi tükenenlere bir ümittir o… Barışa inananların gönül yıldızıdır… Bir hayali binlerle bölüşen gönüllerin fatihi Aliya İzzetbegoviç’tir o…”

 "Yeryüzünün öğretmeni olmak için gökyüzünün öğrencisi olmaya çalışan” Aliya’nın imkânsız görüneni gerçekleştire­cek ve her türlü zorlukla başa çıkacak bir nesil umudu vardı. “İslam'da do­ğan ve yenilgi ve aşağılanma içinde büyüyen, yeni İsla­mi vatanperverliği içinde birleşmiş, eski ihtişam ile baş­kasının yardımına dayalı hayatı reddedecek ve hakikat, hayat ve şerefi temsil eden hedefler etrafında toplanacak bu neslin” çağın problemlerine karşı istikamet bulabilmesi için “İslam Deklarasyonu ve İslamî Yeniden Doğuşun Sorunları, Doğu ve Batı Arasında İslam, Tarihe Tanıklığım, Köle Olmayacağız, Özgürlüğe Kaçışım” gibi eserler verdi.

“Artık Bosna Hersek hür ve bayrağımız kendi topraklarımızda dalgalanıyor. Selam sana ey halkım. İmanınıza, bayrağınıza ve devletinize sımsıkı sarılın." diyordu Aliya İzzetbegoviç... Bosna-Hersek Savaşı, ABD ve Avrupa'nın haçlı kimliğini bir kez daha gözler önüne sermişti. Bunu bizzat Avrupalı tarihçiler ve yorumcular da itiraf etmiş ve bu savaşta Batılıların 19. yüzyıldaki sömürgeci kimliklerine geri döndüklerine dikkat çekmişlerdi. Yukarda sürecini kısaca anlatmaya çalıştığım Bosna savaşı ifadesini bugün Halep diye okuyun, Suriye diye okuyun.. resmin aynı olduğunu, dünden bugüne hiçbir şeyin değişmediğini hatta vahşetin daha da arttığını çok net göreceksiniz: ……….’te birkaç gün içinde sadece yedi sekiz bin kişi katledilmişti. …………..halkı bin iki yüz gün kuşatma altında kalırken dünya bu olaya seyirci kalmıştı. …………’te …… binden fazla insan öldü ve bunun 11.924'ü çocuktu. …………..’lar, işgal ettikleri yerlerde hem katliam hem de yıkım gerçekleştiriyorlardı. Özellikle camileri ve İslâmi izler taşıyan tarihi eserleri yıkmaya özen gösteriyorlardı. Savaşın sonuna gelindiğinde ……………………’deki iç savaşın aldığı can sayısı ……. bini, göçe zorladığı insan sayısı ise ……………. milyonu aşmıştı.”

Cemil Meriç’in "Bütün Kur’an’ları yaksak, bütün camileri yıksak, biz artık Türk ve Müslüman değiliz, size benzedik desek bile Avrupalı’nın gözünde biz Osmanlı’yız. Osmanlı, yani İslâm. Karanlık, tehlikeli bir düşman. Olimpos Dağı‘nın tahammülsüz çocukları, Hira Dağı’nın evlatlarını hep bu gözle gördüler.” diye bir tespiti var.. Son zamanlarda ülkemizde ve coğrafyamızda yaşanan hazin olaylar, Batı’nın artık zahiren ve aleniyen göstermekten çekinmediği haçlı kimliğinden ve amaçlarından hiçbir vakit vazgeçmediğinin kanıtı. İmanımıza, bayrağımıza ve devletimize sımsıkı sarılmanın gayet mühim olduğu bugünlerde Bilge kralı rahmetle anıyor ve onun müteal ideallerini gerçekleştirme şuurunda ve yolunda olan herkesi selamlıyorum.

 

KİTAP/KÜTÜP

 


Bilgili ve/veya kültürlü olmak, Allah’ın akletme, anlama, düşünme, karar verme, ayırt etme gibi aklî melekelerle teçhiz ettiği ve bunları yerli yerince kullanma şuurunda olan her insanın hedeflediği bir şeydir. Çünkü bu nitelikleri haiz her insan bilir ki bilgi güçtür ve ayetle de muhkem olduğu üzere bilenle bilmeyen bir olmaz. Bu yüzden amiyane tabirle aklı başında her insan bilgiye ulaşmanın yolarını arar. Tabii ki bunun en kolay ve kestirme yolu, informel olarak aile içinde başlayan sosyal çevre ile zenginleşen bilen birilerinden yapılan bilgi transferleridir. Daha sonra devreye formel yapılar girer ve okullarda alınan eğitimle insanlar insanlığın bilgi birikiminden nasibince faydalanır.

Peki bu edinimler yeterli midir? Günümüzde bir metaya, bir kazanç sağlama aracına dönüşen ve belli maddî hedeflerin gerçekleştirilmesinde kullan-at malzemesine dönüşen bilgileri elde etmede yeterli görülebilir. Bu tür bilgilere kısa ömürlü bilgi ya da eskilerin deyişiyle malumat diyebiliriz. Malumat, kullan-at. Yani öncelikle kişinin sonralıkla toplumun hayatı, hadisatı, kâinatı idrakini ve buna bağlı eylemselliğini geliştiren bir ilme, irfana dönüşmeyen bilgi.

İşte bütün bu kulaktan dolma, çevreden görme, ders kitaplarından devşirme bilgilerle birey ve toplum bir şekilde ihtiyacını karşılar ve hayatını devam ettirebilir. Ancak bireyin ve toplumun tekâmülü, gelişmesi, ufkunu genişletmesi, ilerlemesi, keşfedilmemiş bakir diyarlara yelken açması sadece böyle bir yolla mümkün müdür? Tarih büyük inkişafların, terakkilerin ancak insanlığın tecrubî bilgilerinden faydalanarak büyük okuma hamlelerinden, seferberliklerinden sonra gerçekleştiğinin örnekleriyle dolu. Yunan medeniyeti Mısırlıların, Sümerlerin, Hititlerin birikiminden istifade ederek büyümüş. Sonrasında benzer şekilde Roma, Yunan medeniyetinden; İslam medeniyeti (Endülüs, Osmanlı) eski Yunan ve Roma’dan ve son olarak Batı uygarlığı İslam medeniyetinin birikimlerinden yararlanarak ilerlemiş.

Bu gelişmeler, ilerlemeler ancak o medeniyetlerin ürettiği bilgi birikiminin kitaplar aracılığı ile taşınması ile olmuş. Hani ne demişti Avrupa’da radyolojinin kurucusu olan Madam Curie, “Müslüman Endülüs’ten bize 30 kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık. Orada bilim sıfırlanınca, biz yeniden sıfırdan onların yüzyıllar önce keşfettiği şeyleri bulmaya çalıştık ve yüzyıllar kaybettik”. İşte bugün biz bu şuurla hareket etmeliyiz. Çünkü kitaplar insanlığın edindiği bilgi ve kültüre en kolay yoldan ulaşabileceğimiz kaynaklardır. Descartes, ‘’İyi seçilmiş kitapları okumak, geçmiş yüzyılların seçkin zekâlarıyla önceden düzenlenmiş bir konuşmaya katılmak gibidir.’’ der bu minvalde.

Kitaplardan kültür edindiğimiz gibi kitap okumanın da ayrı bir kültür olduğunu unutmamalıyız. Mesela, çantada sürekli kitap taşıma, durakta beklerken okuma, yolculuk ederken okuma bunlar hep okuma kültürü ile alakalıdır. Ancak insanlarımızın büyük çoğunluğu kitap okuma alışkanlığı yönünden yetersiz.

Kadir Has Üniversitesinin mutad olarak yaptığı ve geçtiğimiz günlerde 2017 sonuçlarını duyurduğu Sosyal Eğilimler Araştırması’na göre toplumumuzun %52,8 hiç kitap okumuyor, %21,1 ise ayda bir gün veya daha az kitap okuyor. Bu veriler ne yazık ki bize kitap okuma alışkanlığının ülkemiz insanlarının çoğu tarafından benimsenmediğini göstermekte.

Oysa kitap, belki de ateşin bulunmasından sonra insanlığın yaptığı en büyük şey. Neden mi? Çünkü kitap, bazen bir tarihçinin elinde tarihe tanıklık eden bir göz, bazen bir bilim adamının elinde insanlığın gidişatını değiştirecek bir hazine, bazen de bir şairin elinde o milletin duygularını anlatan tercümandır.

Kitaplar, kapılar gibidir. Bir kez açtın mı, bambaşka bir dünyaya geçiverirsin. Hiç farkına varmadan, daha önce ismini işitmediğin, cismine tanıklık etmediğin insanlar arasında bulursun kendini. Onların yaşam öyküleriyle hayat bulursun. Kitabın sonuna yaklaştıkça bir durgunluk düşer yüzüne. Bu duyguları yaşamak iyi bir kitap okuduğunun belirtilerindendir. Bu durumu Paul Sweeney’in ‘’Son sayfayı çevirince yakın arkadaşınızı kaybetmişsiniz gibi hissettiğiniz an iyi bir kitap okuduğunuzu anladığınız andır.’’ sözleri tasdiklemekte.

Tarihimize baktığımızda birçok dönemde kitaba büyük önem verildiğini görüyoruz. Öyle ki çağ kapatıp çağ açan Fatih, daha 21 yaşında İstanbul’u fethedecek bilgi ve birikimi sayısız kitap okuyarak elde etmiştir. Yavuz, Mısır seferine giderken yanına üç katır yükü kitap götürmüştür. Ve daha niceleri başarının yolunun kitap okumaktan geçtiğini bilerek tarihe namını şanla düşürmüş.

Peki kitap bugün hak ettiği değeri görüyor mu veya kütüphaneler? Kitap ve kütüphane hakkındaki tavrımızın, ahvalimizin pek iç açıcı olmadığı vaki. Çünkü kitap günümüzde boş zamanlarda zoraki ele alınan veya öğrencilerin sadece okullardaki ödevlerden ya da sınavlarda başarılı olmanın koşulu olarak yine bir mecburiyete mahkûm olarak okuduğu bir nesne haline geldi. Ya kütüphaneler? Onların durumu da kitaplardan farksız. Teknolojinin ilerlemesiyle hıncahınç dolu olan internet kafelerin karşısında bomboş, sessiz ama mağrur.

Her düşünür önem biçmiş kitaba ve kitaplığa. Ne diyordu Mısırlılar; ‘’Kitaplık, ruhları tedavi eder.’’ Kuşkusuz çoğu kişinin kendi evinde kitaplığı vardır, ama buradan sadece kendisi ve yakınları, tanıdıkları yararlanabilir. Oysa kütüphanelerden çok geniş kitlelerin yararlanma imkânı vardır. Üstelik böyle bir özel kitaplığa sahip olan kimsenin de kütüphanelere gereksinimi vardır. Çünkü özel bir kitaplık asla kütüphanelerin zenginliğine erişemez. Bu konuda en güzel şey; sevgiye, kardeşliğe, insanlığa açılan pencereler olan kütüphaneleri çoğaltmak.   

 

* Bu yazının ortaya çıkmasında emeği olan TOBB Kız Anadolu İmam Hatip Lisesinden öğrencilerim Betül Akkoç ve Zuhal Boztaş’a teşekkürler.

 

DAĞLARCA’DAN GÖKYÜZÜ!

 


“Keleci bilen kişinin / Yüzünü ağ ide bir söz

Sözü pişirip diyenin / İşini sağ ide bir söz.”

Söze, “her dem yeni doğarız / bizden kim usanası” diyerek çağlar aşkın bir dille söz söyleme erdemini yücelten Yunus’la başlamak istedim.. Sözün şerefi; edep,adap, ilim,irfan ve hikmetten yoksun dimağlardan çıkarak pespaye olmasın diye.. Sözümüz, kıyl u kal, güft ü guy mesabesinde olmasın diye..

“Söz söylemesini bilen kişinin söyledikleri yüzünü ağartır. Sözü pişirerek söyleyenin işini sağ eder.” demiş Aşık Yunus. Sözü pişirmek..yani ham söz söylememek… düşünmeden, tartmadan, süzmeden konuşmamak, yazmamak.. her kişinin işi değil tabi, er kişinin işi..

Edebiyat, sözü edebince, adabınca söyleme sanatı.. Gah kalemle, gahi dille. Sözü güzel ve etkili, mukteza-yı hale ( halin gereğine) göre kullanmaya eskiler belagat demişler. Söz maani (anlam) ve belagattan oluşur. Anlam ne kadar mühim ve değerli olursa olsun söz beliğ, fasih ve sarih olmadıkça kömür suretinde elmasa benzer.

Geçenlerde edebiyatımızın söz üstadlarından birini daha ebediyete yolcu ettik.. “Türkçem benim,ses bayrağım!” diyen son dönem edebiyatımızın çınarlarından birini, Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı yitirdik. Yitirdiğimiz aslında sadece naçiz bedeniydi. Her ölümlü gibi o da kendisi için tayin olunan vakte kadar yaşadı ve irtihal etti. Kendisine Allah’tan rahmet, edebiyat alemimize baş sağlığı diliyorum. Dağlarca’nın kalemi sustu, lakin o eserleriyle yıllarca, belki asırlarca bizimle konuşmaya devam edecek..

“ Bir kuştu / Allı allı bir kuş / Her tüyüne bir çiçek bağladılar / Uçmadı o…

Bir kuştu / Mavili mavili bir kuş / Her tüyüne bir boncuk bağladılar / Uçmadı o…

Bir kuştu / Yeşilli yeşilli bir kuş / Her tüyüne bir çocuk kordelası bağladılar/Uçtu o.”

 

Dağlarca, bu mısralarında dile getirdiği “her tüyüne bir çocuk kordelası bağlanmış bir kuş” gibi rindlerin özlemle beklediği “asude bir bahar ülkesine” uçtu gitti.

Dağlarca, asrın en büyük şairlerinden biriydi. İsmiyle müsemma bir kişilikte, faziletli,güzel ve dağlar gibi yüksek bir ufka sahipti. Doksan dört yıl şahitlik ettiği insan ruhunun, yaşamının binbir çeşit haline tercüman oldu. "Sanat eseri hem bir saat gibi içinde bulunduğumuz zamanı, hem de bir pusula gibi gidilmesi gereken yönü işaret etmelidir." anlayışıyla yüz elliden fazla eser verdi. Eserlerinde insana ve insan yaşamına saygıyı bir düstur olarak benimseyip bu minvalde eserler yazdı.

Şiirinde hiçbir şairden etkilenmemiş, hiçbir edebi topluluğa katılmamış, hiçbir edebi akımın da tesirinde kalmamıştı; bağımsız ve özgündü. Peki 1967’de ABD’deki Milletlerarası Şiir Forumu tarafından “En İyi Türk Şairi” seçilen Dağlarca şiirlerinde neyi anlattı? Dağlarca’nın şiir anlayışını yine onun sözleriyle aktarayım:

“Görünenle 
 Olmak 
 Düşünmek 
 Görünmeyenle.”

Ses bayrağı olarak gördüğü dilinin,yani Türkçenin sevdalısıydı. Şiirlerinde geleneksel şiirimizin berrak,duru,içtenlikli Türkçesini, ince ve derin imgelerle yoğurabilmeyi başarmıştı. Bir röportajında, “Ayrılığın acı veren, acı verecek başka bir büyüklüğü var. Ki bunu saydıklarımın üstünde tutarım: Türkçe’den ayrılmak!” demişti.

 

“Farkında değil gönül

Sanki hepten divane

İçimizden, dışımızdan

Geçer vakit

Zalim, zalimane!”

            Geçti vakit,geçti zalimane ve “Çoçuk ve Allah”ın şairi: “Ya Allah / Ya Allah derim ki / Titrerim / Kara sesimden / Ya Allah… Ya toprak ko beni gideyim gideyim / Varmışların ardına öcül öcül / Ve küçücük ve eski ve yırtık bayraklar arasından, / Ya gök / Al beni." diyerek hayata gözlerini yumdu.

Gitmeden önce evinin müze ve kafeterya olarak kullanılmasını, adının da “Dağlarca’dan Gökyüzü” olmasını istemiş ve “Buraya gelenler, benim gökyüzüme baksınlar istiyorum.” diye vasiyette bulunmuştur. Artık o, Dağlarca’dan Gökyüzü’nde yaşayacak.

 

 

DİSTOPYA

 


 “Kelecilerin pişirgil / Yaramazın şeşirgil / Sözün us ile düşürgil / Dimegil çağ ede bir söz” demiş söz söyleme erdemini yerli yerince, usûlüne göre ve usla kullanmanın ehemmiyetine binaen, söz üstadı ve gönül sultanlarından Yûnus Emre. Sözü pişirip diyerek hem sözün şerefini hem söz söyleme istidadına mazhar olmuş en şerefli varlıktan olarak yüzünü ağ, işini ve adını sağ etmiş yüzyıllar boyunca. Söze yine Yûnus’la başlamak istedim. Niye mi? Batılıların incipit dediği bir metnin ilk cümlesi o metinlerin bir anlamda kaderini de biraz ve belki de ekseriyetle tayin ediyor. Okuyucu -hele de bizim memleketimizdeki gibi bir metni sonuna kadar okumaktan pek hazzetmeyen veya imtina eden diyelim – o ilk cümleyle ya bağlanır kalır metne ya da hallice zaplar gider. Yalnız benim derdim değil bu, incipit meselesi üstelik. Kitapların ilk cümlelerini toplayan, tasnif eden edebiyat meraklıları, sırf bu iş için internet siteleri dahi kurmuşlar.Has edebiyata katkısı’ olduğu düşünülen kitapların ilk cümlelerini derliyor bu siteler. İlk cümlenin hem okur hem de yazar için kışkırtıcı bir yanı var, kitabın sesini ele verir. Gabriel Garcia Marquez, kitabın ilk cümlesinin metnin tamamı için bir laboratuvar görevi gördüğünden söz eder. Ben ise söze Yûnus’la başladım, zira ‘’Satırdan sadıra(kalbe) yol gider’’ fehvasınca kendini gönüller yapmaya adamış ve bunda da Hakk’ın inayetiyle bihakkın muvaffak olmuş bir sühan sultanına telmihte bulunarak söz memalikinde-sahasında bir sarayın gölgesinde varid olan sözlerimle belki var ve umulur ki bencileyin yaralı gönüllere yâr olurum.

 Kaygı yoksa, insan da yoktur, yok olmaya mahkûmdur. Kaygısız insan, ayakta durma zeminini çoktan yitirmiş bir makineden, kolaylıkla oraya buraya sürüklenebilen bir robottan başka nedir ki!” diyor Yusuf Kaplan. Damarlarında insan olmanın, yeryüzünün kendisine musahhar kılındığının bilincinde olmanın getirdiği erdem ve yükümlülük duygularının hasis bir şekilde dolaştığı gönlü ve aklı münevver kişiler fenerleriyle yol bulurlar ve yol gösterirler istidatlarınca, karınca kaderince.

Evet, kaygı ve duygu yoksa insan da yoktur..ve zamanın bize sunduğu teknolojik imkanlar içinde robotlaşan insanoğlu… dünyadan, hayattan kopuk, kendi dünyasına ve yaşadığı dünyayı anlamaya, gidişatını değiştirmeye, güzelleştirmeye, iyileştirmeye dair en ufak fikri olmayan ve daha da elîmi fikir edinmeye cehd etmeyen bir sürü genç dimağ…Kendini hayatın akışına teslim etmiş, yalnız ene’sinin heva, heves ve hazlarını tatmin için maddî olarak bol kazanç sağlamak gibi sığ ve salt seküler bir hedefin nâdan yolcuları.. Evet nâdan, yani bilgisiz, cahil.. Parmenides’in (1) dediği gibi “ne kokar ne bulaşır cinsinden yararsız insan”. Başkalarının görüşleri istikametinde yaşayan, hayatının başkaları tarafından determine edilmesine ses çıkarmayan bireyler. Görüşü olmayan dolayısıyla idealleri, yaşadığı dünyaya dair tasavvurları bulunmayan, amorf yaşam sahipleri..

Bu bir distopya(2) mı? Yani anti ütopya.. İnsanlar, yıllar yılı hayaller kurdular yaşamlarına dair, yaşadıkları dünyaya dair..Kimi zaman gerçekçi, kimi zaman ütopik.. Hayal kurmak, insanı motorize eder, önce tefekküre sonra eyleme yönlendirir. Hayal kuran demeyeyim bir “aksâ'l-ğayât”ı, gayesi, hayâli olan insanın idesi, ideali yani bu hayata dair söyleyeceği sözü vardır.

“Hakikaten çok yazık, zihninde cevabı olmayan bir tek soru bile yok!Ah, bir olsa, bari şöyle olsa, bile diyemiyorsun, zira hayal nedir, arzu nedir, dilek nedir, umut ve ümit nedir hiç bilmiyorsun! Düş de göremiyorsun bu yüzden. Bir nida dahi kopup gelmiyor ki gaipten! Senin gaibin bile yok dostum. Neyin varsa el altında, göz altında. Ne garip ki her şey malumun. Sorun da burada ya, senin meçhulün de yok, her şeyin malum.”

diyor Dücane Cündioğlu bir yazısında. Evet her şeyin malum olduğunu zannediyor, düşünüyor bilgi çağının nesli. Zahir, bilginin çoğaldığı, ancak ne yazık ki âlimin azaldığı ahir zamandayız.. ve bu zamanın hastalığı her şeyi hoyratça tüketmek..Bilgi de lazım olduğu kadar ve muvakkat olarak kullanılıp atılıyor, sahip olunmadan sadece yüklenilerek..İlmin kıymet-i harbiyesi bu memlekette artık sınavda çıktığı kadar.. Bu kadar dar bir afak çizerseniz sınırtanımayan bir olguya, eldevarınız elbette ki niteliksiz, yalınkat nicelikler olacaktır. Bu nicelikten çıkar mı yeni Yunuslar, Mevlanalar, İbni Sinalar, İbni Haldunlar?.. Bu eğitim sisteminden mütefekkir çıkar mı? Ya âlim, sanatçı, yazar, hele de ârif..Tabii ki zor, çok zor.. Ancak kişinin yoğun gayretleriyle belki.. Her bireyi aynı gören ve hepsine aynı yaklaşımla muamelede bulunan bir mantığa dayalı bir sistemden ne beklenebilinir ki!.. Adı “müfredat” olan; yani müfred için, fert için bireyselleştirilmiş olarak hazırlanmış olması gerekirken tek merkezden, tek-el’den çıkan, bireyin farklılıklarını törpüleyip hepsini aynı tornadan uni-formda çıkarmak isteyen bir eğitim programı mantığı ile -ne kadar cilalanırsa cilalansın- hangi doğru hedefe ne oranda varılabilir?

Hele de çoğunlukla malumatı ilim zanneden, isminin önünde cafcaflı unvan sıfatları bulunan, ilimden-irfandan bihaber, sadece malumatfuruşluk yapan uygulayıcılarınız varsa.. Üstelik söz konusu malûmat sahipleri, kendilerini en büyük âlim mesabesinde görüyorsa.. Merhum üstad Necip Fazıl, bunları, çölde bir çukurda birikmiş deve idrarındaki saman çöpüne binip kendisini okyanusta transatlantikte sanan karıncalara benzetirmiş..

Peki, hırsızın hiç mi suçu yok hocam diyor çocuk? Haklısın çocuk, senin bunda suçun yüzde hiç. Hayfa ki bunu böyle yaptıran da , sana bu dar elbiseyi biçen de bizleriz.. Ama şoven duygularla biz toz kondurmayız yine kendimize; çünkü yaptığımız her şey zahiren kitabına uygun ve tutarlıdır. Peki ya bu tutarlılık, istikbalimizi kurtaracak mıdır? “Şu kısa yaşamın dar sokaklarında dolaşırken elinde tuttuğun tutarlılık şemsiyesinin seni ıslanmaktan koruyacağına itimadın öyle tam ki paçalarının çamur içinde kaldığını fark etmiyorsun bile.” (D. C.)

ve düşer zihnimin fonuna bir beste, aheste:

“ Benim bu derdim / Ne yağan yağmurda / Ne yalancı sonbaharda / Ne bomboş sokaklarda…”

Ve dillenir mısralar Orhan Veli’den, yeniden:

“Ağlasam sesimi duyar mısınız, / Mısralarımda / Dokunabilir misiniz, / Gözyaşlarıma, ellerinizle?”

Kızıl havaları seyreden gönül, bilir ki akşam olmakta ve ruha dolan gizli bir dil der ki:

“Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller 
 Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller

Klasik edebiyatımızda gül birçok yönüyle şairlere ilham kaynağı olmuş, gül metaforu çerçevesinde birçok imge(mazmun) oluşturulmuş. Kanayan bir güldür aşığın gönlündeki yaralar…Yarası olanın derdi vardır.. Derdi olanın söyleyecek sözü...

Evet memleketler de insanlar gibidir..biz de yaralanarak, yaralarımız kanayarak büyüdük..Hatta yaralı ve endişeli gönüllerle büyük inkişafların ve terakkilerin ışığında “gelip dünyaya medeniyet nedir öğretmişiz.” Ben şahsen gecenin davetçisi akşam kızıllığının hengamesine dalıp aydınlık yarınları muştulayan bad-ı sabayı unutan Ahmet Haşim gibi ümitsiz değilim.. Benim ümitsizlik diyarına meskun veya medfun hayallerim yok..Yaralarım kadar her dem taze ümitlerim.. Çünkü biliyorum İskender Pala’nın dediği gibi yedi cılız başak ile yedi semiz başağın hikâyesidir bu, yirmibirinci yüzyılda tecelli eden. Kıtlığın Yusuflar eliyle bolluğa döndürülmesinin tekrarlanacak hikâyesidir. Bizim bu hikayenin neresinde ve ne kadarında olacağımız ne kadar yaralı olduğumuza bağlı..(3)

 

Dipnotlar:

1. Mantık diyalektik'in ilk kullanıcılarından olan Antik Yunan felsefesinde  rasyonalizm  geleneğinin ilk filozoflarından biri

2. Distopya, (anti-ütopya Yunanca dystopia) çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılır.

3. Müşkülpesentlik değildir ne niyetim ne de ahvalim.., Hiçbir şeyi beğenmeyip her şeye bir kulp takan, sürekli eleştiren ve hiçbir şey üretmeyen, çare aramayan bir zihniyetten de Allah’a sığınırım. Eğitimin tüm aşamalarında nasıl olması gerekliliği ile ilgili fikirlerimi inşallah daha sonra serd edeceğim.

 

DÖNGÜ

 


“Güneş her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz.” diyor Alev Alatlı.  14 milyar yıl önce yaratılmış kainat.. İnsanoğlunun ise Âdem babamızdan beri kaç milyon ya da kaç bin yıldır var olduğu meçhul.. Şurası muhakkak ki âlem insana musahhar kılınıncaya kadar belki milyar yıllarla ifade edilebilecek çok uzun bir süre geçti. Ve sonra Mehmet Âkif üstadın “Esîrindir tabîat, dest-i teshîrindedir eşya; senin ahkâmının münkàdıdır, mahkûmudur dünya” dediği zübde-i âlem, yani  alemlerin özü olan insan var  edildi..

“Meleklerden büyük, hem çok büyük tebcîle mazhar” olan, dağların yüklenmeye çekindiği “tekâlîfın emânet-gâhı” olan insan, ahsen-i takvim ile yaratılmış olmanın sırrıyla akıl, düşünme, kıyaslama, analiz; idrak, kavrama, fark etme, sentez; hıfzetme, kaydetme; gönül, hissetme; irade, temyiz;  konuşma, yazma, icra, ifa, inşa, ihya gibi birçok cevherle, meziyetle mücehhez kılındı.. Bütün bunlar insanın yeryüzünün halifesi olmasını sağlayacak hususiyetleriydi..

İşte kendisini diğer yaratılmışlardan üstün kılan bu hasletlerin şerefli ve izzetli bir üstünlük olması için ve tüm bu hasletlerin gün yüzüne çıkabilmesi için insan, kazanın ve belanın olmadığı cennetten dünya denen dönek ve denî-alçak yere gönderildi.

Nazan Bekiroğlu’nun dediği üzere: “Hangimiz, balçık bedeni yaratılmışların en üstünü kılacak olan kutsal nefese, özgür iradeye hayır derdik? Hangimiz insan olmanın şerefli bilincine, kansız olaysız bir masumluk halini tercih ederdik? Demem o ki dağların, taşların taşımaya takat yetiremediği teklifi hangimiz reddederdik?” Ya da şöyle diyelim, hangimiz düşmezdik bu kara sevdaya?

Tüm bu meziyetleriyle insan, ya “eşref-i mahlukat” olmak için “iyilik, doğruluk, adil olma, yardımlaşma, hakça paylaşma, emin olma,  merhamet, insaflılık” gibi erdemlerle hareket edip insan-ı kamil olma yolunu seçecek ya da kendisini “esfele safilin” kılabilecek birçok menfi temayülüyle “ihtiras, şehvet, adavet, ihanet, zulüm, azgınlık, taşkınlık, hoyratlık, bağnazlık, insafsızlık, vicdansızlık, aldatma, katletme, yıkma, yağmalama, bozma, yok etme” yolunu seçip belhum edall olacak..

Yaradan, bu dualiteyi vahidiyet sırrı mukabilince “iki eliyle yarattığı” insanda cem etti. Yani insanın bir tarafı ulvî, bir tarafı suflî.. Bir tarafı cennet, bir tarafı cehennem.. İnsan var olalı beri gerek her bir birey, gerekse kavim, hizip, grup ne derseniz deyin hep bu dualitenin bir yerlerinde ve hep aynı olgularla imtihan edilir durur.  

Evet imtihan olunan olgular, belalar hep aynı.. Sadece zaman, zemin ve araçlar değişiyor.. Karşılaşılan, yaşanılan her olayda ve durumda verdiğimiz tepkiler, aksülamelimiz, reaksiyonlarımız kayıt altına alınıyor.. (1)

“İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal;

Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal.”

Üstad Necip Fazıl’ın bu mısralarında “sanıyordum” ifadesini kullanması ne garip, değil mi? Veya Birinci Dünya Savaşından sonra olan biten karşısında şaşkına döndüğünü itiraf eden Rus sosyolog Pitirim Sorokin:  “Beklediğim barışın tekâmülüydü, savaşın değil. Toplumun barış içinde yeniden düzenlenmesiydi, kanlı ihtilaller değil. Merhametti, kitle katliamları değil. Arıtılmış demokrasilerdi, otokratik diktatorya değil. Bilimin ilerlemesiydi, propagandanın ve gerçeğin yerine geçen otoriter sloganlar değil. Her cephede ilerlemeydi, barbarlığa geri dönüş değil.”

Bende de dünyanın, insanlığın geldiği şu noktada aynı şaşkınlık hali var. Güneşin her gün daha mütekamil bir dünyaya doğmadığı çok açık..  Neredeyse bilaistisna her gün tanık olduğumuz cinayetler, katliamlar, terör saldırıları, çocuk ve kadın katilleri.. Daha insanca bir yaşam umutlarına duvar örülen veya denizde boğulmalarına, bombalarla yakılmalarına, yok edilmelerine göz yumulan, açlığa-sefalete mahkum edilerek can veren insanlar…(2) ve bütün bunlara ashab-ı uhdud(3) gibi sebep olan veya seyirci kalan insanlık..

“Hayâtın eksik olmazken ağır bin bârı arkandan;

Ölümler, korkular savlet ederken hepsi bir yandan;

Şedâid iktihâm etmekte müdhiş bir mekânetle,

Yolundan kalmayıp dâim gidersin... Hem ne sür´atle!”

Sür’at ve haz çağının insanları Mehmed Âkif’in dediği gibi ne yaşanırsa yaşansın yolundan kalmıyor, yaşamına hiçbir şey olmamış gibi devam edebiliyor.. Korkunç olaylar kalbini ürpertmiyor, acı olaylar acı vermiyor.. İnsanlığa kasteden  her şey olağanlaşıyor, her olay sadece bir takvime, bir istatistiğe dönüşüyor..(4) ve bu kayıtsızlık hali, bu sağır-kör-dilsiz tutum gün geçtikçe yaygınlaşıyor.. İyiliği emreden, kötülüğü nehyeden, hayra çağıranların sayısı her geçen gün azalıyor veya sesleri kısık, sözleri eksik.. Ahval ve şerait, Fuzuli’nin bundan dört asır önce söylediği minval üzere ne yazık ki: “Dost bî-pervâ, felek bî-rahm, devran bî-sükûn, dert çok, hem-dert yok, düşman kavî, tâli' zebun.” Fıtratı bozulmamış olan, vicdanı körelmemiş olanlar, egemen ahkâmın öğrettiği öğrenilmiş çaresizlik içinde kıvranıyor.

“Ben merd-i meydan
yani toprağın ve kanın gürzü
güllerin bin yıllık mezarı bendedir..”(
5)

Bediüzzaman Hazretlerinin “Hücumât-ı Sitte” dediği “hubb-u cah, korku, tamah, ırkçılık, enaniyet-menfaatperestlik ve tenperverlik” olgularının tasallutu altında bugün insanlık..  Binler yıllık tarihin birikimine, bilim-teknoloji-iletişimin ulaştığı zirvelere rağmen, güya aydınlanmış zihinlere, varılmış en medeni  düzeye, düzene rağmen hâlâ insanlığın kaderine bu olgular yön veriyor.. yani bütün yollar aynı hakikat kapısına varıyor:  Tarih, tekerrür ediyor..

Ve bu durumda sineçak gönüller şöyle terennüm ediyor:

“Gül hazîn... sünbül perîşan... Bâğzârın şevki yok..

Derdnâk olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok..

Başka bir hâletle çağlar cûybârın şevki yok..

Âh eder, inler nesîm-i bî-karârın şevki yok..

Geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!” (6)

Ama her hal ü kârda yine de biz hüznün, ümitsizliğin perdelediği gamnak gönlümüze hamsütlere inat Karacaoğlan gibi bir ihtar ya da tahattürde bulunalım:

“Yiğit yiğide yar olur,

Kötülerde ham süt olur,

Kara gün ömrü az olur

Gamlanma gönül gamlanma” (6)

 

Dipnotlar:

1. “Eyvah bize, Nasıl olmuş da bu defter, küçük büyük hiçbir şey bırakmayıp hepsini toplamış…” (Kehf, 18/49)

2. Bazen diyorum ki eskiden iletişimin bu kadar  yaygın ve etkili olmadığı çağlarda insanlar sadece kendi muhitindeki acılara, ölümlere şahit oluyordu ve bu kaldırılabilir bir yüktü belki de.. Ancak yaşadığımız bu meş’um devirde her gün hatta her saat diliminde kötü ve acı olayların, zulümlerin, ölümlerin şahidi oluyoruz. Şahit olduğu her meselenin bir mes’uliyet doğurduğu şuurunda olanlar için bu yük çok ağır.. Hele de iyiliği, doğruluğu, adaleti yaşatmanın kor ateşi yalın elle tutmak kadar zor olduğu bir devranda.. Gönül belki bu yüzden biraz mahzun ve bedbin..

3. Hendeklere doldurdukları ateşlerle inananları diri diri yakan ve bu olaya seyirci kalanların helakini anlatan kıssa Buruc sûresinde anlatılır.

4. Yaşananlar, tarih olmuyor. Çünkü tarih kelimesi “ruh” kelimesiyle aynı kökten. Ruhu olanların tarihin ruhundan dersler çıkarması ve dolayısıyla da olguların tekerrür etmemesi gerekir. İbret alınmayan geçmişe tarih değil takvim ya da kronoloji denebilir ancak.

5.İsmet Özel

6. Recaizade Mahmut Ekrem

7. Şimdi bazı okuyucularım diyecek ki ya bu Mesut hoca da “Bizim çocuk bina okur, döner döner gene okur.” misali hep aynı mevzular etrafında dönüp duruyor.. Vukuat öyledir hakikat, çünkü dünya da hep aynı mevzular etrafında dönüp duruyor.. mazur görün..

 

EĞİTİM MESELEMİZ-1

 


“Kişinin değeri nedir?” diye sorarlar Mevlana’ya, o da cevap verir: “Aradığı şeydir!” Ve aranması gereken şeyi de şöyle tarifler: Senin canın içinde bir can var, o canı ara! Beden dağının içinde mücevher var, o mücevherin madenini ara!

Evet her insanın içinde bir cevher var, mücevhere dönüştürülmeyi bekleyen.. Hiçbir şeyi maksatsız yaratmayan Rabb, Rahmanî nefesiyle can verdiği ve yeryüzüne halife olarak gönderdiği hiçbir insanı boş yere, vasıfsız, niteliksiz, yeteneksiz yani cevhersiz yaratmamıştır.. Her bir insanın kendine münhasır, kendini özel ve değerli kılacak bir veya birden çok meziyeti, mahareti, istidadı vardır.

Harward Üniversitesi öğretim üyelerinden Howard Gardner tarafından 1983 yılında geliştirilen ve bugün ülkemizde de ders programlarının şekillenmesinde dayanak noktalarından biri olan çoklu zekâ kuramına göre de zekâ, “içinde yaşanılan toplumda faydalı bir şeyler yapabilme kapasitesi, her insanda kendine özgü bulunan yetenek ve beceriler bütünü” olarak tanımlanır. Kişi bu becerisini bulunduğu ortama, mekâna, zamana göre geliştirir. Her birey sahip olduğu zekâ türleriyle birlikte farklı bir öğrenme, problem çözme ve iletişim kurma yöntemine sahiptir.   Yani her insan, her can özeldir, yeteneklidir, değerlidir ve her bir bireyin kâinatta varoluşsal olarak doldurduğu, dolduracağı anlamlı bir yeri vardır. İşte her insanı değerli ve anlamlı kılan bu “özel”liklerin, özünde var olan cevherlerin inkişafı, ortaya çıkarılması ve işlenmesi, geliştirilmesi sürecine de eğitim diyebiliriz.

İmam-ı Azam, eğitimde maksadın; insanın kendi lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesi olduğunu söylüyor. Bunu şöyle de anlayabiliriz, insanın kendinde olanı ve olmayanı bilmesi ve ona göre hayatını şekillendirmesi sürecidir eğitim.

“Her şey akla muhtaçtır, akıl da eğitime.” diyor Hz. Ali. Toplumsal bir varlık olan insan, yaratıldığı, içinde bulunduğu kültürel, sosyal çevreden bağımsız olarak düşünülemez. Bu yüzden eğitim, informel olarak insanın bir aile ortamında hayat bulması ile başlıyor ve hayatının ölümle nihayet bulmasına kadar aile, sosyal muhitler, kurumsal yapılar içinde devam ediyor.  Bu, işin eskilerin “terbiye” dediği yani eğitim boyutu, bir de madalyonun öteki yüzü var, “talim” yani öğretim.. İşte bu boyutta bütün toplumlarda belirlenmiş amaçlar, hedefler, yöntemler, formel yapılar ve süreçler devreye giriyor..

Tarihte müesses nizamı olan bütün toplumlar, kendi varlığının sürgit devamı için, daha müreffeh olmak için istikbalini oluşturacak nesillerin sosyal düzen içinde yer alacağı ve kendi kültürel irfanını yaşatacağı bir eğitim-öğretim sistematiği öngörmüşlerdir.

Ülkemizde de Selçuklu, Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine, geçmişten günümüze yukarıda bahsettiğim devletin, toplumun ve bireyin ihtiyaçlarına, amaçlarına matuf birçok eğitim sistemi uygulanagelmiştir. Selçuklu döneminde birçok ilin ilim ve kültür merkezi olmasını sağlayan Nizamiye Medreselerinin yanında devlet yönetimi alanı için atabeylik sistemi, halkın mesleki eğitim ihtiyacını karşılamak üzere ise ahilik teşkilatları önemli rol oynamaktaydı.

Osmanlılarda ise medrese temelli eğitim modeli özellikle Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde sistematize edilmiş ve ilköğrenim Sıbyan mektepleri, orta ve yükseköğrenim ise umumi veya ihtisas eğitimi veren medreseler aracılığı ile sağlanmıştır. {Haşiye-i Tecrit(Yirmili), Miftan(otuzlu),Kırklı , Ellili, Altmışlı Medreseler, İhtisas Medreseleri (Darul Kura, Darul Hadisler, Daru’ş şifalar), Sahn-ı Seman Medreseleri, Süleymaniye Medreseleri} Bu medreselerde kısm-ı evvel, kısm-ı sani ve kısm-ı âli olmak üzere toplam 12 yıllık bir eğitim-öğretim sürecinde dini ilimler, en az üç dil, sosyal ve fen bilimler alanlarında dersler okutulmuştur.

Tanzimatla beraber ihtiyaçlara binaen ilk ve ortaöğrenimde İbtidailer, Rüştiyeler, İdadiler, Sultaniler, yükseköğrenimde ise daha çok Batılı öğrenim kurumlarını takliden bugünkü üniversite ve yüksekokullara tekabül eden Daru’l Fünun, Mektebi Mülkiyeyi Şahane, Mektebi Tıbbiyeyi Mülkiye, Mektebi Hukuki Şahane, Hendeseyi Mülkiye Mektebi ve Ziraat ve Baytar Mektebi gibi kurumlar açılmıştır.

Cumhuriyet döneminde ise malum-u âliniz üzere kurucu iradenin kararıyla medreseler ve yaygın eğitim kurumları olan tekke ve zaviyeler kapatılmış ve öğretim tamamen merkezden yönetilecek şekilde birleştirilmiştir. Burada şu hususa da değinmek elzem. Cumhuriyet’in kuruluşu ile beraber devlet nizamının tesisinde tamamen Batı’ya teveccüh edilmiş, ideolojik reflekslerle toplumsal hayatı düzenleyen birçok kanun Batı’dan ithal edilmiş ve bu minvalde inkılaplar yapılmıştır. Bunlardan toplumu en çok etkileyenlerden biri ise harf inkılabıdır.

Geçmişle, tarihten tevarüs eden birikimle bağın neredeyse tamamen kopmasına neden olan bu uygulama ile halk cehalete mahkûm edilmiştir. 1927’de Türkiye’deki okur-yazarlık oranının % 8,1 olduğu söylenir.  Tarihçi Kemal Karpat’ın bulguladığı verilere göre 1894-95 yıllarında okur-yazarlık oranı ülke genelinde %66,2’dir. Hatta bu oran Diyarbakır gibi bazı illerde %90’lara bile çıkıyordu. Yani bazılarının iddia ettiği gibi cumhuriyet büyük oranda cahil bir halk devr almamıştı.

Bunun başka bir örneği ise gazete, dergi tirajlarıdır. 1908-1914 arası çıkan gazete ve dergi sayısı 801’dir. Tiraj ise yaklaşık 100 bindir. 1928’e gelindiğinde ise gazete ve dergi sayısı toplam 50’lere düşer ve tiraj 20 bin dolaylarındadır.

Şerif Mardin cumhuriyetin ilk yıllarında klasik lise ve üniversite eğitiminin, cumhuriyetin yönetici seçkinler tabakasına eleman devşirmek üzere düzenlendiğini, liseye ve daha sonra üniversiteye giden köylü, esnaf ve zenaatkar çocuklarının sahip oldukları kültürel hamulenin unsurlarını kaybedip bunların yerine milliyetçilik, devlet kapitalizmine inanç, Batılı terbiyeyi koyduklarını söylüyor. Siyasal ve toplumsal değişmelerin yaşandığı sonraki yıllarda ise bu elit devşirme ve yetiştirmeye dayalı sistemin çöktüğünü ve şehirlilerin kırsallaşması, toplumun de-elitization:elitsizleşmeye uğraması sonucu Durkheimcı eğitimin normatif amacından uzaklaşılarak kopya ettiği Batı Avrupa eğitim kurumlarının sahip olmadığı bir çerçevede ilerlediği tespitini yapıyor.  Son tahlilde ise eğitim kurumlarının geleneksel bütünleştirme mekanizması içinde saf dışı bırakılmış olan şeyi yeniden mecrasına sokamamış olduğunu belirtiyor. Saf dışı bırakılmış olan şey ise ne gariptir ki kendi toplumunu, kültürünü içselleştirme olgusu. Böyle olunca kendi toplumunu tanımayan, kendi kim’liğini tanımlamamış seküler amaçların nadan yolcuları olmaktan öteye gidemeyen nesiller ortaya çıkıyor.

“Hafızasını kaybeden bu zavallı nesilleri biz mahvettik, bu cinayet hepimizin eseri..” diyor üstad Cemil Meriç. Son demlerde müfredat değişiklikleriyle bugüne kadar ihmal edilen toplum hafızasını yeniden canlandırmaya matuf hamleler yapılmaya başlandı. Bu çok olumlu bir gelişme olmakla beraber kanaatimce sadece müfredatla sınırlı olmayan, jakoben ve merkeziyetçi felsefenin sınırlandığı, işin içine sivil toplumun katılacağı, akademik çevrelerin de bilimsel katkı sunacağı amaç, metodoloji ve sistemi geniş çaplı revize hatta reforme eden daha etraflı çalışmalar yapılması gerekmektedir. Bu, tarihten tevarüs eden misyonumuza, jeopolitik, kültürel kimliğimize uygun bir anlayışla yapılmalıdır. 

“Gençlik yapayalnız, her etkiye açık. Gençliği suçlayan çok; anlayan yok! Marifet: Gençliği şah damarından yakalamak, ruh aşısı yapmak!” diyor Yusuf Kaplan bir yazısında. İşte gençliğe bu coğrafyanın çocuğu olarak hem kendini doğru tanıyacağı ve gerçekleştireceği hem de istiklalini koruyacağı, istikbalini şekillendireceği bir şuur aşılayacak bir eğitim modeli sunmak önümüzde duran kaçınılmaz bir vazifedir. Bunu başarabildiğimiz takdirde belki de yazının başında değindiğim Mevlana’nın “canlar içindeki canı” arayıp bulma hedefine de yaklaşmış oluruz.