“Düştüm sınav derdine de öğüt veren
bol olur,
Toplasam o öğütleri burdan köye yol
olur.
Ana,baba,bacı,kardaş dar günümde el
olur,
Sınav belasına kardaş, döktüğümüz ter
bizim”
Rahmetli Cem Karaca’nın bir türküsüne telmihte bulunarak ve sözlerini sınava
hazırlanan öğrencilerimiz için
uyarlayarak başlamak istedim yazıma. Evet çok kıymetli öğrencilerim, biliyorum
ki bu yıl ağır bir yükü yüklendiniz omuzlarınıza ve cendereli bir yolda kiminiz
ağır aksak, kiminiz koşar adım ilerliyorsunuz. Ve ne yazık ki Türkiye
şartlarında bu yol çok uzun, çetrefilli ve
engebeli. Hal böyle olunca o yoldan başarıyla ve
başaramadan geçenler veya başardığı halde istediği gibi geçemeyenler, (yani
anneleriniz,babalarınız, öğretmenleriniz, çevrenizdeki büyükler vs.) yolda daha
rahat ilerleyebilesiniz, engebelere takılıp da zaman
ve enerji kaybına uğramayasınız diye üzerinize tir tir
titriyorlar ve bol bol öğütler veriyorlar. “Aman oğlum, çok çalış.. Aman kızım
derslerini aksatma.. Ödevlerini eksiksiz yap.. vesair vesair..” Yani türküde
dediği gibi toplasanız o öğütleri buradan ÖSYM’ye
yol olur.
Öğüt
verme ile öğüt alma durumları arasında psikolojik duruş açısından bir fark var,
pek de farkında olunmayan. Öğüt veren “her şeyi bilen, hiç yanlış
yapmamış” pozisyonunda görür kendini, öğüt alan ise “cahil,
yardıma muhtaç, ezik” hisseder kendini veya bu ona hissettirilir..
İşte hal böyle olunca siz de kendinizi hele de bu yaşlarınızda “kimseye
ihtiyacı olmayan, artık erişkin,yetişkin biri” olarak gördüğünüz için doğal ve
haklı olarak bilinçaltına dayalı bir
refleksle, verilen öğütleri dinlemek dahi istemiyorsunuz, dinleseniz de
söylenenler bir kulağınızdan giriyor, öbüründen çıkıyor. Bu durumu da engin
tecrübeleri arasına katan atalarımızda işte tam bu yüzden dememiş mi “Bir musibet,
bin nasihatten evladır(iyidir)” diye. Umarım musibet olmaz sonuç da boşa kelam
etmiş olmam.
Hemen ben
de durumdan vazife çıkarıp birkaç öğüt vereyim, demeyeceğim tabi. Çünkü öğüt
heybenizin şimdiden ağzına kadar dolduğunu biliyorum. Bu süreçte yani sınava
hazırlık sürecinde sonucu tayin edecek olan en önemli şey bence “kaç soru çözdüğünüz, kaç
denemeye girdiğiniz, günde kaç saat çalıştığınız” falan değil. Bunlar sonucu etkileyen küçük faktörler. “Aman hocam,
ne diyosun sen böyle, saçmalama Allah aşkına.” lakırdılarını duyar gibiyim.
Efendim “evet tam ve eksiksiz olarak bunlar çok önemli değil” diyorum. Peki ya
ne önemli, nedir birincil olan, öncül olan? Tabi ki öznenin kendisi, yani nesneler değil. Bu süreçte “özneler” yani
“çocuklarımız, öğrencilerimiz” önemli. Yani “siz, her biriniz tek tek
önemlisiniz ve değerlisiniz”.
Evet çok
şey bilen, görmüş geçirmiş büyükler!.. Buradan sonra sözüm önce kendime sonra size. Bunu
onlara koşutsuz olarak söyleyebiliyor veya hissettirebiliyor
musunuz? Yani “Oğlum,kızım!.. sınavı kazansan da kazanmasan da sen
yine bizim için değerlisin, önemlisin, adam gibi adamsın; değerinden, öneminden hiçbir şey kaybetmeyeceksin, sakın
ha sakın sınavı kazanamama düşüncesi seni üzmesin, yormasın, geleceğe endişeyle
bakmana yol açmasın. Sen bizim, vazgeçilmezimizsin. Sen, bir evlat olarak, bir öğrenci olarak, her şeyden
önce bir insan olarak çok çok değerlisin ve anlamlısın. Sınavı
kazanmak, hayatı kazanmak değil. Hayat devam ediyor ve sen de belki
üniversiteyi kazanarak, belki başka bir şekilde hayatımızın
önemli bir parçası olmaya devam edeceksin”
diyebiliyor muyuz veya bu güveni onlara verebiliyor muyuz? Diyebiliyor muyuz
demeyeyim, en azından hissettirebiliyor muyuz?
(Kafdağı’nı
assalar, belki çeker de bir kıl,
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!)
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!)
Tabi çok
olumsuz bir tablo çizmek istemiyorum ama ne yazık ki memleketteki genel ahval
ve şerait bana bunları söyletiyor. Onlara öyle ağır
bir yük yüklemişiz ki bu yaşlarında gözleri pırıl
pırıl olması gerekirken, etraflarına mutluluk saçmaları gerekirken sanki ağır
bir vebal yüklenmiş gibi kara kara düşünüyorlar, ne yapacaklarını şaşırıyorlar,
yüreklerini ve kafalarını yoruyorlar, bazen umutsuzluğa düşüp geleceğe umutla
ve güvenle bakamıyorlar.. Hayattan kopuyorlar, programlı bir robot gibi
yaşıyorlar. Etken ve etkin olmaları
gerekirken, oldukça edilgen yaşıyorlar. Öyle değil mi ki memleketimizde bazı
öğrenciler, sınav stresiyle depresyonlara giriyor, bocalıyor, sınava çok iyi
hazırlandığı halde sınavda aşırı heyecan ve stresten yapamıyor, kaybediyor. Değil mi ki bazıları kendini
“kurbanlık koyun” gibi hissediyor ve haziranın bilmem kaçını kurban edilecekmiş
gibi bekliyor veya bazıları gökten kurban (üniversite kapısı) inmesini
bekliyor. Oysa Hz. İbrahim’i gökten “oğlunu değil de al bu koçu kurban et”
hediyesiyle karşılaştıran kendinin ve oğlunun samimi
yürekleri değil miydi?
“yolun ortasında / henüz
onaltısında
“insanım,insanım” diyorsa / bişey
yapmalı
bi şey yapmalı hey / bi şey yapmalı hey
bi şey yapmalı hey / bi şey yapmalı hey
bi şey yapmalı”
diyor Moğollar. Evet bi şey yapmalı, bi şey
yapmalı bugünden itibaren.
“Ya
hocam, sen de amma boş konuşuyorsun, biz bunları zaten yapıyoruz.” diyenler var
tabi ki içinizde. Evet, elbette olacaktır, olmalıdır da. Zaten olmazsa vay
halimize. İçimizdeki iyiler ve doğrular hürmetine dünya geçmişte de, şu anda
da, gelecekte de yaşanabilir oldu ve olacak, değil mi? Tabi ki benim sözüm,
“ben oğlumu, kızımı dersaneye gönderiyorum, harçlığını veriyorum, gerekli
çalışma ortamlarını oluşturuyorum… “ gibi teranelere sırtını dayamış olanlara..
İnşallah böyle kişiler de yine Moğollar gibi:
“derin uykudaydım / sesine uyandım
ter içinde kaldım / uyku tutmadı
bi şey yapmalı hey / bi şey yapmalı
hey
bi şey yapmalı”
diyecekler.. Ve işe en azından bir gülümseme
ile başlayacaklar.
Gelelim
öğrencilerimize. Size öğütler verecek değilim. Niye derseniz bu yazıyı baştan
bir daha okuyuverin derim. Gerçi biz yazıyoruz yazmasına ya, acep kaç öğrenci
veya kaç veli okuyor bu yazıyı Allahualem? Bizim AGB’miz yok, reytingleri
ölçemiyoruz. İnşallah havanda su dövmüyoruzdur ya da karanlığa, boşluğa
konuşmuyoruzdur. Neyse işte buyrun size bir “kıssa”. “Hisse”yi söylemiyorum.
Çünkü artık büyüdünüz ve “neyden ne ve ne kadar” hisse çıkaracağınızı
biliyorsunuz.
Sütün
içine düşen iki fare hikâyesini duymuşsunuzdur. Bilmeyenler için anlatıyorum:
“Bir süt
kabının içine iki tane fare düşer. Birinci fare, ne yapsa da kurtulamayacağını
düşünerek kendini bırakır ve kısa bir süre sonra boğularak eşek cennetini
boylar. Ancak ikinci fare, bu durumdan bir şekilde kurtulacağını düşünür ve
bunun için sütün içinde azimle sürekli olarak çırpınmaya başlar. Bir süre
sonra, bu çırpınışları sonuç verir ve süt yavaş yavaş kaymak tutmaya başlar.
Daha sonra iyice kalınlaşan kaymağın üzerine çıkan fare, oradan zıplayarak süt
kabından kurtulur.” Var mısın kurtulmaya?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.