Umaç: “B"ilgi, "A"hlak, "K"ültür, "İ"nanç / Kür: Fikir,Zikir,Şükür / Umde: İyilik, El'an ve Her an ve Her yerde / Şiar: Talip ve takip edilir;ilme,irfana,iyiliğe medar / Penah: Allah
30 Nisan 2020 Perşembe
ADIYAMAN BELEDİYESİ 23 NİSAN 2020 ŞİİR OKUMA YARIŞMASI JÜRİ ÜYELİĞİ
1300'den fazla öğrencinin evlerinden Arif Nihat Asya'ya ait "Bayrak" şiirini okuyarak katıldığı yarışmada jüri heyetini oluşturan isimler:
Abuzer Gelse - Adıyaman Belediyesi Eski Kültür Müdürü
Mirza Gökdemir - Sınıf Öğretmeni
Mehmet Sümer - Adıyaman Ün. Fen-Edebiyat Fk. Öğretim Üyesi
Evren İnan - Esentepe Anadolu Lisesi Müdürü-Edebiyat Öğretmeni
Abdullah Turhan - Fen Lisesi Müdür Yrd.-Edebiyat Öğretmeni
Ramazan Eken -Fen Lisesi Edebiyat Öğretmeni
Habip Yıldırım - Adıyaman Anadolu Lisesi Müdür Yrd. - Edebiyat Öğretmeni
Eyyüp Güneş - Adıyaman BİLSEM Edebiyat Öğretmeni
Mehmet Tepe - Edebiyat Öğretmeni
Mesut Yokuş - Adıyaman TOBB Kız AİHL Proje Okulu Edebiyat Öğretmeni
23 Mart 2020 Pazartesi
ÖĞRETMENLİK (ADIYAMAN İL MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜNÜN 2019 ÖĞRETMENLER GÜNÜ DENEME YARIŞMASINDA İL BİRİNCİLİĞİNE LAYIK GÖRÜLEN YAZIM)
Kutlu bir emaneti yüklenmiş, yol alıyoruz kaderlerimizin
tayin ettiği istikamette..İnsanlığın en kadim mesleğini icra ve ifa etmeye
çalışıyoruz.Hayatın en kadim,en mühim, en onurlu, en hayati, en zaruri; zahiren
kolay, batınen pek müşkül ve meşakkatli mesleği bu. Kutsal bir yönü de var;
çünkü tüm nebilerin
ortak mesleği.. “İnsan Mimarları” diyordu bir bilge zat..
Evet inşa olunması gereken dimağlar var.Teşekkül ve tekemmül olması gereken
şahsiyetler..
Peki niçin önemli bu mesleğin layıkıyla, ehliyetli ve
liyakatli ellerle,gönüllerle icrası? "Çeşmelerden
bardağın doldurmadan kor isen / Bin yıl anda durursa kendi dolası değil."
demiş İskender Pala’nın deyişiyle “Bizim Yunus”. Kendi kendine bin yılda dolası
olmayan gönülleri,dimağları ilimle,irfanla,ahlaki erdemlerle
doldurmak,donatmak,tezyin etmek için.. Gülistanlar, çiçeklerle neşv ü nema
bulsun için.. Yarınlar,bugünlerden iyi olsun için.. ve en büyük karanlık
(zulüm) olan cehalete meşaleler,mumlar,fenerler tutmak için.. Her nefesi
kıymetli bu hayatın her anına anlam kazandırmak için.. “İçin”leri, “çünkü”leri
çoğaltmak mümkün. Bu yazıyı okuyan herkes, ruhunun, vicdanının aynalarına
akseden yaşantılarını hatırlayıp kendi eğitim hayatında rolü olan tüm öğretmen
ve öğretenleri düşünerek “için”lerin “içi”ni doldurabilir.
“Öğretmen ne
yapar?” ,
soru bu. “Ben bir öğretmenim / gecelerim
kara tahta, gündüzlerim tebeşir / fecrimde devler güreşir” demiş
şair.. Kendisi dev olmasa da devasa adımların ve sonuçların
insiyakçısıdır,inkişafçısıdır öğretmen.. Ufuklar açar,hedef gösterir, yön
verir. Hayat yolcusunun yolundaki işaretleri öğretir öğretmen, her an karşısına
çıkabilecek fasitler yoldan saptırmasın veya yolsuz bırakmasın diye yolcuyu.
Sonuçları az veya çok te’sirli, tahrip edici ya da yok edici ameli kazalar
yaşanmasın deyi nefes tüketir, törpülenen ömrünü tüketir öğretmen.. Çünkü bilir
ki bazen küçük bir söz, bir eylem hatta bir atf-ı nazar bile yaşça küçük
insanların kaderlerinde büyük roller oynayabilir..
Modern çağda yaşıyoruz, bu modernlik
yaşamlarımızı iliklerine kadar değiştirdiği gibi algılarımızı, anlayışlarımızı
da değiştirdi. Modernitenin bize çaktırmadan benimsettiği hususlardan biri de değer
verme,biçme kıstaslarının,mihenklerinin neredeyse tamamen maddiyattan oluşması..
Materyalist, maddeci, çıkarcı anlayışlarla, gözlüklerle bakar olduk her şeye..
Kıymet biçmek ve buna bağlı olarak kıymet vermek çok önemli, hayattaki
her şeyde ve her amelimizde. Beklentiler, kıymet biçmenin de en önemli
kıstaslarından tabii. Eskiden ‘eğitim’ kelimesinin karşılığı ‘maarif’ti. Bu kelime ‘irfan’ kelimesinden
türetilmiş bir kelime ve evveliyatta eğitime nasıl bakıldığını da müsemmasından
(adlandırılışından) anlıyoruz. İrfan ne demek? Şimdilerde sadece özel isimlerde
yaşayan bir kelime sanırım. Ayrı bir yazı konusu olabilecek çapta bir mevzu
aslında. Birçok tanımı ve diyalektiği var ‘irfan’ın.. İşin orasına girecek
değilim.. İrfan, hakkı,hakikati sezgisel biliş olarak tanımlanabilir.
İrfan sahibi olana ‘arif’,ilim sahibi olana ‘alim’ denir. Bizim çağdaş dönemde
‘eğitim’ diye adlandırdığımız kelime bu. Eğitim kelimesi maarif’in mahiyet
yönünü değil de usul yönünü karşılıyor kanaatimce. Çünkü ‘eğitim-öğretim’için
bugün sadece bir kurul ismi olarak bilinen ‘ta’lim ve terbiye’ tabirleri
kullanılırdı eskiden.. Lafı yine doladım. Güzaf olmadan laf, maksada geleyim.
Demincek bahsettiğim kıstas meselesi.. Öğretmenliği sadece ilim öğretmek olarak
sınırlar ve kıstasımızı bu şekilde koyarsak bakış açıları da değişir,
beklentiler de. İlim ve irfan sahibi nesiller yetiştirmek olmazsa gayemiz, ‘eğitim’in
kalitesini, öğrencilerimizin ve öğretmenlerimizin iyi veya kötü oluşu algısını
sınavlara, sınavdaki net sayılarına mahkum edersek, işin terbiye-eğitim
boyutunu es geçersek zaman bize
neyi ta’lim eder
bilmiyorum.
Ma’navi kıymeti maddi hiçbir şeyle
ölçülemeyecek eylemler var hayatta.. Beyin gücüyle yapılan işlerde elde edilen
başarının veya yapılacak hatanın maddi çok büyük sonuçları olur. Bu zaviyeden
bakılırsa yarınları şekillendirmek de bu işlerin en önemlilerinden.. Bu
görevi üstlenmiş olanların başarıları büyük muvaffakiyetlere, hataları büyük
ziyanlara
yol açar. Bu yüzden yaptıkları işe, şeklî ve zahirî kıstaslarla paha
biçilmemeli. Zira böyle olursa (yine irfan kökünden türetilmiş olan) ‘marifet’
çıkmaz ortaya. Ma’lum-u âlinizdir ki “Marifet,
iltifata tabidir.”..
KUDÜS
"Gitme
ey yolcu! Gel, beraber ağlaşalım...
Derdim
bir yüreğin kârı değil, paylaşalım.
Ne
yapıp ye’simi kahreyleyeyim, bilmem ki?
Öyle
dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!. "
Bu mısralar, Mehmet Âkif üstadın Safahat’ın
Hakkın Sesleri bölümündeki “Geçenler
varsa İslâm’ın şu çiğnenmiş diyârından; Şu yüz binlerce yurdun kanlı, zâirsiz
mezârından; Yürekler parçalar bir nevha dinler reh-güzârından.” diye
başladığı İslam dünyasının ve hızla parçalanan, dağılan Osmanlı’nın son
demlerindeki hali pürmelalini ve bunun karşısındaki bizarını dillendirdiği şiirinden..
Aradan bir asırdan fazla bir süre geçmiş,
neredeyse aynı olaylar, durumlar.. ve mahzun gönlümde hemen hemen aynı
duygular.. Hüzün dalgaları fevç fevç dağdağalı,
debdebeli ruhuma saldırıyor ve ruhum
dalga dalga çırpınıyor, çıkış yolu arıyor.. Etrafı setlerle, duvarlarla çevrilmiş mahkum..
Başını taşlardan taşlara vuruyor..
Ye’simi kahreylemeye çalışıyorum.. Hasretle
gecenin zifiri zulmetini yaracak bir şule bekliyorum.. Benim de Âkif
gibi “Yine hicrân ile çılgınlığım üstümde bugün.. Bana vahdet gibi bir
yâr-ı müsâid lâzım! Artık ey yolcu bırak... Ben, yalnız ağlayayım!”
Cemil Meriç, “İnsanlar çok kıyıcıydılar, kitaplara sığındım.” diyor.. Ben de
ümitler çıkmaz sokaklara sapınca, melal gönlü sarınca bazen kitab-ı mubine, bazen
şiirlere, bazı da şarkılara sığınıyorum. Bugün yine benzer ahval içindeyim..
Cevapsız soruların “hiç”indeyim.. Çünkü yâr-ı müsaid çok uzak.. başımı
çevirdiğim her taraf tuzak..
Rahmetli Cem Karaca ne diyordu bir
şarkısında: “Ne yalnızlık ne de yalan
üzmesin seni, doğarken ağladı insan, bu son olsun bu son..” olmuyor işte,
son bulmuyor -keşke olmasaydı- dediğimiz savaşlar,
acı veren olaylar, sıkıntılar, zorluklar, darda kalmışlıklar ve bunlara bağlı
olarak hasretlikler, vuslatsızlıklar, hüzünler, ağlamalar.. Çünkü çarhın
çarkına vurulmuş bir yazı var, değişmeyen: “Lekad
halaknâl insâne fî kebed: Gerçekten biz insanı acı, sıkıntı ve imtihan ile
yüklü bir hayat içerisinde yarattık.” (1)
Habilsoyu ile Kabilsoyu’nun, iyilikle
kötülüğün, karanlık ile aydınlığın, hakk ile batılın, ıslah ile bozgunculuğun
kıyamete dek sürecek mücadelesinde nice zulümler, ölümler, hicranlar yaşandı
yaşanacak. Ancak şunu da biliyorum ki tüm acılara, sıkıntılara, ölümlere
sebebiyet veren zalimler, kötüler, müfsidler kısaca Kabilsoyu istemese de kerih
görse de zulmetlere son verecek tamamlanacak bir nur var.. Ancak devran bir o
yana bir bu yana dönüyor.. ve şu vakitlerde olduğu gibi ümit kandillerinin
ışığı gah zayıflıyor, gah sönüyor..
“Ruhumun
senden ilahi şudur ancak emeli: Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli”
demişti Akif, istiklal mücadelemizde namusumuz, onurumuz olan mabetlerimize,
harimimize kirli eller değmesin, kirli ayaklar seccadelerimize basmasın diye..
Şimdilerde kudsiyeti ayetle mübeccel ilk kıblemiz Kudüs’te, peygamber katili mel’unların
torunları, Mescid-i Aksa’mıza el
uzatıyorlar, şahadetleri dinin temeli olan ezanları susturup namaz kılınmasını
yasaklıyor, ve buna direnen onurlu kardeşlerimizi katlediyorlar.. Bunu yaparken
dünyanın gözünün içine baka baka, küstahça, zorbalıkla sınır tanımadan yapıyor
yeni dünya düzeninin şımarık veletleri..
Evet, Batılılar, onca katliamdan,
mezalimden, sömürüden sonra kurdukları -sadece kendi güç, çıkar ve
egemenliklerinin sürgit devamını esas alan- yeni düzende cebren ve binbir
desiseyle peyderpey işgal ettirdikleri Filistin topraklarını belki de ikinci
dünya savaşında Almanların onlara karşı yaptığı insanlık dışı jenosidin bedeli
olarak Siyonist Yahudilere pay ettiler.
Sonrasında ne mi oldu? İlk olarak 1948’de Filistin’de bir
sabah namazında Halil Camii’ni basıp namaz kılan 67 Müslümanı katlettiler ve o
gün bugündür dünyanın sözde medeni egemen güçleri, Siyonistlerin yaptığı tüm
mezalime, devlet terörüne, katliamlara göz yumdu. Tabii ki Batılıların yaşanan onca
vahşete kör, sağır ve dilsiz kesilmesi, seviyesiz seciyelerinin tescili oldu.
Tarih bütün olanları kaydediyor, tarihle beraber olan biten her şeyi kaydeden
başka vakanüvistler de var, onu da biliyorum. Gün gelecek, defterler dürülecek,
hesaplar görülecek. (2)
Kendi kutsalları dışında kutsal tanımayan, kendileri dışında
dünyanın geri kalanına temel insan haklarını dahi reva görmeyen Batılıların
özellikle Müslümanlara karşı hiçbir hak, hukuk ve kutsal tanımayan tavırları
son demlerde zirve yapmış durumda. İkinci dünya
savaşında Almanya’da ve İngiltere’de kendi tarihlerinin ve inançlarının sembol
şehirleri olduğu için, içinde kutsal mekânları olduğu için karşılıklı olarak
bombalamadıkları şehirler (3) var. Yani birbirleriyle savaşırken
bile kutsallarına dokunmamışlar.. Ama söz konusu bizim kutsallarımız olunca
nasıl gaddarlaştıklarını, zalimleştiklerini hem Mescid-i Aksa’da yaşananlar hem
de Afganistan, Pakistan, Yemen, Irak ve Suriye iç savaşlarında çoğu istihbarat
elemanlarınca veya maşaları eliyle bombalanan, yerle yeksan edilen camilerden,
türbelerden anlıyoruz. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Yakın geçmişimizde bugün öz
yurdunda garip, öz vatanında parya olan Filistinliler gibi bu necip milletin uğruna
savaştığı kutsallarının nasıl çiğnenmeye çalışıldığını da çok iyi biliyoruz.
Tabii ki Mescid-i Aksa’yı yıkmaya güçleri yetmeyecek. Kâbe’nin Rabbi
nasıl ki savunacak kimsesi kalmadığında Beyt-i Atik’ini koruduysa Aksa’sını da
koruyacaktır. Bundan zerre miskal şüphem yok. Ancak gönül inananların eliyle
korunmasını istiyor. Ne diyordu Rabbül alemin: “Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve
ahiret gününe inanan, namaza devam eden, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan
kimseler ma'mur eder, işte bunların muvaffak olmaları umulur.” (4)
İşte böyle bir mekellefiyetle memur iken
şöyle bir dönüp hal-i pürmelalimize baktığımızda Filistinli kardeşlerimizin bu
konuda ne kadar yalnız kaldığını ne yazık ki görebiliyoruz.
“Hayatta
en kötü şey, bir başına kalmak sanırdım, değilmiş. Hayatta en kötü şey, seni bir
başına kaldığını hissettirenlerle kalmakmış.” diye bir cümlesi var Robin
Williams’ın bir filminde..
Yaşamaya değil şehadete âşık olan Filistinliler
için belki de en zor olanı işgale karşı onurları için direnmek, savaşmak, şehit
olmak değil, 1949’da kardeş bildikleri Arap devletlerinin kalleşçe ve onursuzca
İsrail’i tanımaları ve 1967’de Doğu Kudüs işgal edildiğinde hiçbirinin ses
çıkarmamasıydı. O günden beri Gazze, Refah, Batı Şeria ve Kudüs adım adım işgal
edilirken, zulme uğrarken, masum insanlar gaddarca hunharca öldürülürken başta
İslam dünyası olmak üzere tüm insanlık suspus kesiliyor veya ucuz kınamaların,
tel’inlerin arkasına sığınıyor.
Sadece kendi çıkarlarını, kapitallerini,
ideolojilerini putlaştıranların veya “Kabe Arabın olsun..” zihniyetindekilerin
Filistin meselesine bigane ve lakayt olmaları gayet doğaldır ancak “Kudüs’ün
özgürlüğünü savunmak, insanlığın ve Müslümanlığın izzeti gereğidir.” şuurunda
olanların ne yaptığı veya ne yapması gerektiği mühimdir.
"Kudüs sevilmeden
insanlığa girilemez. Kudüs'ü savunmak, gerçek bağımsızlığı savunmaktır."
diyor Kudüs davasının onurlu kalemi Nuri Pakdil. Ve bir başka şiirinde de gaflet uykusunda olanları şöyle uyarıyor:
“Gel Anne ol
Çünkü anne
Bir çocuktan bir Kudüs yapar
Adam baba olunca
İçinde bir Kudüs canlanır
Yürü kardeşim
Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin..”
Ve bir anne mescide girişini engelleyen İsrailli eşkıyalara Nene
Hatun-vari bir edayla direnirken haykırıyor: “Komutanı Hz. Muhammed olan bir ümmet size boyun eğmez. Burası onun
emaneti. Siz bizi engelleyemezsiniz. Aksa ağlıyor, “Bizi savunacak Müslümanlar
nerde?” diyor.” Sonra beraberindeki kadınlarla birlikte kelime-i şahadet getirip
“Kanımızla, canımızla sana fedayız Ey
Aksa!” diye zalimlerin yüzüne yüzüne haykırıyorlar. Ve “Aksa için ayağa kalkın ey Müslümanlar, kalkın!” diye çağrıda
bulunuyor.
Kudüs için “ahsenü amela”da yer alacak hangi
amelimiz var? Sosyal medya paylaşımlarımız, STK açıklamalarımız, kalp ile
buğzumuz … Daha ses getirecek eylemlere ihtiyacımız olduğu çok açık.
Zalimlerin, müfsidlerin planlarını bozacak, emellerine ulaşmalarını
engelleyecek daha etkili, sarsıcı eylemlere.. Mesela Mavi Marmara eylemi gibi..
Mesela Bosna savaşında Sırp katillerin ‘Türkler ayaklandı, geliyor!’ diye
yaptıkları mezalimi durdurdukları Edirne’ye kadar uzun araç konvoyları eylemi gibi..
veya 28 Şubat postmodern darbecilerinin sinir
uçlarına dokunan, hesaplarını bozan “başörtüsü için el ele eylemi” gibi..
"Müslüman,
bir sokulduğu delikten bir daha sokulmamalı. Sonuna kadar biz, hakkımızın ve
haklarımızın savunucusu olacağız, kim olursa olsun her yerde, her dem. Biz,
zalim hükümdarlar karşısında susmayı kesinlikle zulüm addediyoruz. Buna da asla
katlanamayız." diyor Reis-i cumhurumuz Recep Tayyip Erdoğan, bugünlerde
yaşanan zulümler için. Dün Davos’ta, sahilde oynayan masum çocukları dahi nasıl
hunharca katlettiklerini zalimin yüzüne haykırmıştı, bugünlerde ise Kudüslü
genç yönetmen Muhammed Fatih'in hazırladığı
Mescid-i Aksa kısa filminde okuduğu Mehmet Akif İnan'ın şiiriyle tüm İslam âlemine
çağrısını sürdürüyor:
“Mescid-i Aksa'yı gördüm düşümde
Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu
Varıp eşiğine alnını koydum
Sanki bir yer altı nehr çağlıyordu
Mescid-i Aksa'yı gördüm düşümde
Götür Müslümana selam diyordu
Dayanamıyorum bu ayrılığa
Kucaklasın beni İslâm diyordu.”
Her iki Akif’in de işaret ettiği üzere çözüm vahdettir, hep
birlikte hablullaha sımsıkı sarılmak, parçalanıp dağılmamaktır.. Amma ve lakin
ne yazık ki çözüme çok uzağız.. Yüzyıllarca ırkçılık, mezhepçilik, sömürgecilik
savaşlarında yüzbinlerce insanın canını yitirmesinden sonra “bir” olmayı
akledebilmiş Batı, (Bir’leşmiş
Milletler, Avrupa Bir’liği, Amerika Bir’leşik Devletleri..-5-) bir asırı
aşkındır bu fitnelerle içimizdeki beyinsizler aracılığı ile bizi pare pare
etmiş, etmeye de devam ediyor. Ve ne yazık ki bütün bu ahvalin zeminini oluşturan, “bünyânun marsûs” olmamızı engelleyen o kadar çok acı durum var ki..
Bir yanda ırkçı veya mezhepçi dalalet, bir yanda harici ve tekfirci zihniyet,
bir yanda diz boyu cehalet, bir yanda tek dertleri kendi saltanatlarının devamı
olan kukla yönetimler, bir yanda Müslüman kanı akıtmaktan çekinmeyen soysuz
ihanet şebekeleri, bir yanda harimine el uzatılırken ilmi tartışma yaptığını
zanneden ebleh alim müsveddeleri, bir yanda kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri
anmakla ve kutsamakla yetinip bugününün zulmetinin farkında olmayan gafiller..
Dert çok, hemdert az.. İslam dünyasının içinde bulunduğu
içler acısı tablo için Cumhurbaşkanımız, “Bu hallere neden düştük? Biz bu
hallere düşmeli miydik?” deyip içimize düşürülen fitne ateşlerine çözüm olarak
diyaloğa, istişareye ve bilhassa da bütün bu ahvalin asıl sebebi olan cehalete
son vermenin yolu olan eğitimin önemine işaret ediyor: “Hiç kimse görmek
istemeyen kadar kör değildir. Bunun için kendi muhasebemizi yapmalıyız.
Sorunların kaynağı olarak hep başkalarını işaret etmek, bizi yanlış yollara
sevk edecektir. Müslümanlar neden bu hale düştüklerinin cevabını lütfen
kendilerinde aramalıdır. Soran, sorgulayan bir nesil yetiştirmekte gereken
başarıyı gösteremediğimizde, ortaya geçici heveslerin peşinde koşan nesiller
çıkıyor.”
Allah bu perişan halimizi hayra, zulumatı nura tebdil etsin,
inananlara ittifak ve vifak nasip etsin.. Bilge kralın tabiriyle gece asrımız
en koyu haliyle devam ediyor. Ancak şöyle bir hakikat da var ki karanlığın en
kesif olduğu an, aydınlığa en yakın olunan andır.
Dipnotlar:
1. Beled Sûresi- 4. Ayet
2. Hoş onların içinden de insanlıktan uzaklaşmamış, “ Zulüm
bizdense ben bizden değilim.” diyebilen ve bu uğurda canını dahi feda edebilen
Rachel Corrie gibi vicdanı temiz insanlar var ama nafile işte. İstisnalar
kaideyi bozmuyor. Bu görüş ve duruş, onların tamamında bir efkar-ı umumiyeye ve
tavr-ı halisaneye dönüşmedikten sonra bir anlamı olmuyor..
3. İkinci dünya savaşı sırasında bombalanmayan şehirler:
İngiltere’nin Cambridge ve Oxford, Almanya’nın Heidelberg ve Göttingen
şehirleri.
4. Tevbe Sûresi- 18. Ayet
5. “Sen onları ‘birlik’ sanırsın, hâlbuki aslında kalpleri
darmadağınıktır.” Haşr Sûresi- 14. Ayet
TÜBİTAK BÖLGE BİRİNCİLİĞİ
"Psiko-Edebiyat: Okuma Reçetesi" projemiz, TÜBITAK Malatya Bölge Finallerinde Edebiyat alanında ön elemeler dâhil 160 proje arasından Bölge Birincisi oldu.
YOLCULUK (Yolcu dergisinin 99.sayısında yayımlanan yazım)
İnsan, dönek feleğin çemberinde,
döngüsel zamanın bir diliminde, bekaya evrilen fena aleminde “var”
kılınmışlığın kayrasıyla açar gözlerini, kendine yeni, denî dünyaya.. Durur
sükutu öğüten değirmen, nefes düşer nefse, başlar yolculuk iki kapılı handa gündüz
gece..
“Hoş geldin ey zübde-i kainat..
Merhaba diyor sana hayat”..
Bulur kendini bir takdirin ve bir
takvimin içinde.. ve takdir olunmuş müheyya bir cisim, isim ve cinsiyet ile..
“mukadder anne, baba, kardeş, sülale, sosyal çevre, millet; mahalle-köy, şehir, bölge, memleket; atalar
dini, örf, töre, adet, kültür, medeniyet; zenginlik, fakr u zaruret.. ve mizaç,
tabiat, meziyet, kabiliyet” ile bir can daha başlar seyr u süluğuna.. dem
vurulur fıtratına.. “kün” emriyle
başlayan hayatı, “yekün” mührü vuruluncaya dek Rahmanî nefesi soluklar.. ve
yine takdir olunmuş ecel gelinceye kadar..
“Hayat
dört şeyle kaimdir, derdi babam
su ve ateş ve toprak
ve rüzgâr.
ona kendimi sonradan ben ekledim
pişirilmiş çamurun zifiri korkusunu
ham yüreğin pütürlerini geçtim
gövdemi alemlere zerk ederek
varoldum kayrasıyla Vareden’in
eşref-i mahlûkat
nedir bildim.”(1)
dört şeyle kaimdir, derdi babam
su ve ateş ve toprak
ve rüzgâr.
ona kendimi sonradan ben ekledim
pişirilmiş çamurun zifiri korkusunu
ham yüreğin pütürlerini geçtim
gövdemi alemlere zerk ederek
varoldum kayrasıyla Vareden’in
eşref-i mahlûkat
nedir bildim.”(1)
“Ahsen-i takvim” ile yaratılmış olan,
“cemadattan, nebatattan, hayvanattan” farklı ve özel meziyetlerle donatılmış
olan insan, ilk soluğuyla beraber tanımaya, öğrenmeye başlar kendini ve
içindekilerle beraber âlemi.. fark etmekle başlar her şey.. anbean, günbegün,
yaşbeyaş.. “Üst üste sorular soru
içinde; akıl, olmazların zoru içinde”.. “nedir, ne değildir; ne
kadardır, nasıldır” var olmak ve var olanlar.. sahip olunan “ten, ben, ben’e
ait-ben’le ilgili olanlar, olmayanlar” bilinir yavaş yavaş..
Bir gün biter “hamlık, çağalalık,
erişmemişlik” evresi.. eğmeye, bükmeye, kendine benzetmeye çalışır bu evrede
çevresi..
Kemalat merdiveninin ilk
basamaklarında rüşde ermeye başlayınca, aklı baliğ olunca kendinden başlayarak
âlemdeki mevcutların ve mefhumların anlam ve kapsamlarının ne olduğunu, ne için
olduğunu; sorgulamaya, anlamaya, kavramaya, tanımlamaya, konumlandırmaya
çalışır; zekası, idraki, imkanı elverdiğince.. nasibince.. Bu ifritten
suallerin cevaplarını kendince bulduğu süreçten sonra başlar aslında asıl
hayat.. Kimileri için bir arayış, kimileri için adanış, kimileri için aldanış
olan hayat..
Kimileri büyüklerince-çevresince
öngörülmüş bir çerçevenin mahdut sınırlarını aşamayıp kendisi olamadan,
kendisine pek de uymayan bir hayat elbisesine bürünür.. gah mutlu görünür, gah
sürüncemeler içinde sürünür..
Kimileri uyar içindeki sese; hevaya,
hevese.. aldanır, önce kendini aldatır, sonra başkalarını.. aldanan, aldattığını sanır.. Bura’dakilerin sefahatinde kafayı yormaz;
ora’ya, maveraya ait sorular sormaz.. Ebedi hüsran veya sürur arasında
seçim’lik olan dünyayı, bir geçim’lik metadan ibaret zannıyla on numara olduğunu
zannettiği oyunlarda, oyalanmalara adar, doğan güne hükmü geçmeyinceye kadar..
“Şimdi o dünyadan hiçbir haber
yok;
Yok bizi arayan, soran kimsemiz.
Öylesine karanlık ki gecemiz,
Ha olmuş ha olmamış penceremiz;
Akarsuda aksimizden eser yok” (2)
Yok bizi arayan, soran kimsemiz.
Öylesine karanlık ki gecemiz,
Ha olmuş ha olmamış penceremiz;
Akarsuda aksimizden eser yok” (2)
Kimileri “el fakru fahrî: fakirliğim övüncümdür” anlayışında hakkı, layıkı olmayanı istemez, emeksiz
kazancı yemez, evladına yedirtmez.. Onurdur onun için en büyük sürur.. Emin
olmak ve olunmaktır en büyük huzur..
Kimileri içinse tekasür ve tefahürden
ibarettir ömür.. ünvan sıfatına köledir isim ve zamir.. mal, mülk, nüfuz,
sıfat, evlat çoğaltmada ve övünmede yarış.. “Ey ömrün en güzel türküsü
aldanış! Aldan, gelmiş olsa bile ümitsiz kış.” (3)
Kimi için hayat;
eğrilikler içinde doğru olanı,
çirkinlikler içinde güzel kalanı;
ağyar içinde yâri,
zararlar içinde kârı,
yokluklar içinde varı;
harlar içinde gülü,
bedsesler içinde bülbülü;
zulmetler içinde nuru,
elemler içinde huzuru;
ateşler içinde selameti,
zahmetler içinde rahmeti;
seviyesizlikler içinde seviyeyi,
kötülükler içinde iyiyi,
fanilikler içinde Baki’yi;
hasılı kesretler içinde vahdeti
arayıştır.. “Kâinatın kendisi,
kendinin de Rabbi için yaratıldığı” şuuruna varıştır. Havf u reca-korku ile
ümit arasında med-cezirlerle dolu hayatta, şeytanın “alt tarafı bir elma” dediği
elmas görünümlü camdan tuzaklara düşmemeye çalışır böylesi.. tükeninceye kadar nefesi.. Sıratı bu hayatta
geçtiğinin farkındalığıyla, istikametten sapmamak için sağından, solundan,
önünden, arkasından gelecek pusulara karşı tutunur hablullaha.. Hasretlik bitip
hicran son bulup yakîn gelinceye dek.. göğsünde sürgününü geri çağıran bir damardan ümidini
kesmeyerek.. “Yol O’nun, var’lık O’nun, gerisi hep angarya” (4) der ve “Yâ
eyyetuhen nefsul mutmainneh, irciî ilâ Rabbiki râdıyeten mardıyyeh, fedhulî fî ibâdî, vedhulî cennetî “(5)
hitabının muhatabı olmak umuduyla şeb-i arusunu özlemle bekler.
“Can bula cananını, bayram o bayram
ola
Kul bula sultanını, bayram o bayram ola
Hüzn-ü keder def ola, dilde hicâb ref ola
Cümle günah affola, bayram o bayram ola”(6)
Kul bula sultanını, bayram o bayram ola
Hüzn-ü keder def ola, dilde hicâb ref ola
Cümle günah affola, bayram o bayram ola”(6)
Kimi yoğun yoksuluyken varlıklıdır,
kimi varın varsılıyken yokluk dehlizlerinde hükümsüz bir kayıptır. Ve herkes en
kıymetlisini miras bırakır evladına, ahfadına.. servetini, evini, arabasını,
çalışma azmini, umudunu, vuslat bulamadığı aşklarını, heyecanlarını, ahlâkını,
irfanını..
Yaşam, bir serencam.. sanki bitmek
bilmeyen bir hengam.. kimi zaman kam alınan, kimi zaman gam.. Memat, kimi için ansızın
gelen şah:mat, kimine vuslat..
1. İsmet
Özel
2. Cahit
Sıtkı Tarancı
3. Ahmet
Muhip Dıranas
4. Necip
Fazıl Kısakürek
5. Fecr
Sûresi-27-30
6. Alvarlı Efe Hazretleri
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)