23 Mart 2020 Pazartesi

KUDÜS



"Gitme ey yolcu! Gel, beraber ağlaşalım...
Derdim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım.
Ne yapıp ye’simi kahreyleyeyim, bilmem ki?
Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!. "
Bu mısralar, Mehmet Âkif üstadın Safahat’ın Hakkın Sesleri bölümündeki “Geçenler varsa İslâm’ın şu çiğnenmiş diyârından; Şu yüz binlerce yurdun kanlı, zâirsiz mezârından; Yürekler parçalar bir nevha dinler reh-güzârından.” diye başladığı İslam dünyasının ve hızla parçalanan, dağılan Osmanlı’nın son demlerindeki hali pürmelalini ve bunun karşısındaki bizarını dillendirdiği şiirinden..
Aradan bir asırdan fazla bir süre geçmiş, neredeyse aynı olaylar, durumlar.. ve mahzun gönlümde hemen hemen aynı duygular.. Hüzün dalgaları fevç fevç  dağdağalı, debdebeli ruhuma saldırıyor ve  ruhum dalga dalga çırpınıyor, çıkış yolu arıyor.. Etrafı  setlerle, duvarlarla çevrilmiş mahkum.. Başını taşlardan taşlara vuruyor..
Ye’simi kahreylemeye çalışıyorum.. Hasretle gecenin zifiri zulmetini yaracak bir şule bekliyorum..  Benim de Âkif  gibi “Yine hicrân ile çılgınlığım üstümde bugün.. Bana vahdet gibi bir yâr-ı müsâid lâzım! Artık ey yolcu bırak... Ben, yalnız ağlayayım!”
Cemil Meriç, “İnsanlar çok kıyıcıydılar, kitaplara sığındım.” diyor.. Ben de ümitler çıkmaz sokaklara sapınca, melal gönlü sarınca bazen kitab-ı mubine, bazen şiirlere, bazı da şarkılara sığınıyorum. Bugün yine benzer ahval içindeyim.. Cevapsız soruların “hiç”indeyim.. Çünkü yâr-ı müsaid çok uzak.. başımı çevirdiğim her taraf tuzak..
Rahmetli Cem Karaca ne diyordu bir şarkısında: “Ne yalnızlık ne de yalan üzmesin seni, doğarken ağladı insan, bu son olsun bu son..” olmuyor işte, son bulmuyor -keşke olmasaydı- dediğimiz savaşlar, acı veren olaylar, sıkıntılar, zorluklar, darda kalmışlıklar ve bunlara bağlı olarak hasretlikler, vuslatsızlıklar, hüzünler, ağlamalar.. Çünkü çarhın çarkına vurulmuş bir yazı var, değişmeyen: “Lekad halaknâl insâne fî kebed: Gerçekten biz insanı acı, sıkıntı ve imtihan ile yüklü bir hayat içerisinde yarattık.” (1)
Habilsoyu ile Kabilsoyu’nun, iyilikle kötülüğün, karanlık ile aydınlığın, hakk ile batılın, ıslah ile bozgunculuğun kıyamete dek sürecek mücadelesinde nice zulümler, ölümler, hicranlar yaşandı yaşanacak. Ancak şunu da biliyorum ki tüm acılara, sıkıntılara, ölümlere sebebiyet veren zalimler, kötüler, müfsidler kısaca Kabilsoyu istemese de kerih görse de zulmetlere son verecek tamamlanacak bir nur var.. Ancak devran bir o yana bir bu yana dönüyor.. ve şu vakitlerde olduğu gibi ümit kandillerinin ışığı gah zayıflıyor, gah sönüyor..
“Ruhumun senden ilahi şudur ancak emeli: Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli” demişti Akif, istiklal mücadelemizde namusumuz, onurumuz olan mabetlerimize, harimimize kirli eller değmesin, kirli ayaklar seccadelerimize basmasın diye.. Şimdilerde kudsiyeti ayetle mübeccel ilk kıblemiz Kudüs’te, peygamber katili mel’unların torunları,  Mescid-i Aksa’mıza el uzatıyorlar, şahadetleri dinin temeli olan ezanları susturup namaz kılınmasını yasaklıyor, ve buna direnen onurlu kardeşlerimizi katlediyorlar.. Bunu yaparken dünyanın gözünün içine baka baka, küstahça, zorbalıkla sınır tanımadan yapıyor yeni dünya düzeninin şımarık veletleri..  
Evet, Batılılar, onca katliamdan, mezalimden, sömürüden sonra kurdukları -sadece kendi güç, çıkar ve egemenliklerinin sürgit devamını esas alan- yeni düzende cebren ve binbir desiseyle peyderpey işgal ettirdikleri Filistin topraklarını belki de ikinci dünya savaşında Almanların onlara karşı yaptığı insanlık dışı jenosidin bedeli olarak Siyonist Yahudilere pay ettiler.
Sonrasında ne mi oldu? İlk olarak 1948’de Filistin’de bir sabah namazında Halil Camii’ni basıp namaz kılan 67 Müslümanı katlettiler ve o gün bugündür dünyanın sözde medeni egemen güçleri, Siyonistlerin yaptığı tüm mezalime, devlet terörüne, katliamlara göz yumdu. Tabii ki Batılıların yaşanan onca vahşete kör, sağır ve dilsiz kesilmesi, seviyesiz seciyelerinin tescili oldu. Tarih bütün olanları kaydediyor, tarihle beraber olan biten her şeyi kaydeden başka vakanüvistler de var, onu da biliyorum. Gün gelecek, defterler dürülecek, hesaplar görülecek. (2)
Kendi kutsalları dışında kutsal tanımayan, kendileri dışında dünyanın geri kalanına temel insan haklarını dahi reva görmeyen Batılıların özellikle Müslümanlara karşı hiçbir hak, hukuk ve kutsal tanımayan tavırları son demlerde zirve yapmış durumda.  İkinci dünya savaşında Almanya’da ve İngiltere’de kendi tarihlerinin ve inançlarının sembol şehirleri olduğu için, içinde kutsal mekânları olduğu için karşılıklı olarak bombalamadıkları şehirler (3) var. Yani birbirleriyle savaşırken bile kutsallarına dokunmamışlar.. Ama söz konusu bizim kutsallarımız olunca nasıl gaddarlaştıklarını, zalimleştiklerini hem Mescid-i Aksa’da yaşananlar hem de Afganistan, Pakistan, Yemen, Irak ve Suriye iç savaşlarında çoğu istihbarat elemanlarınca veya maşaları eliyle bombalanan, yerle yeksan edilen camilerden, türbelerden anlıyoruz. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Yakın geçmişimizde bugün öz yurdunda garip, öz vatanında parya olan Filistinliler gibi bu necip milletin uğruna savaştığı kutsallarının nasıl çiğnenmeye çalışıldığını da çok iyi biliyoruz.
Tabii ki Mescid-i Aksa’yı yıkmaya güçleri yetmeyecek. Kâbe’nin Rabbi nasıl ki savunacak kimsesi kalmadığında Beyt-i Atik’ini koruduysa Aksa’sını da koruyacaktır. Bundan zerre miskal şüphem yok. Ancak gönül inananların eliyle korunmasını istiyor. Ne diyordu Rabbül alemin:  “Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namaza devam eden, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler ma'mur eder, işte bunların muvaffak olmaları umulur.” (4)
İşte böyle bir mekellefiyetle memur iken şöyle bir dönüp hal-i pürmelalimize baktığımızda Filistinli kardeşlerimizin bu konuda ne kadar yalnız kaldığını ne yazık ki görebiliyoruz.
“Hayatta en kötü şey, bir başına kalmak sanırdım, değilmiş. Hayatta en kötü şey, seni bir başına kaldığını hissettirenlerle kalmakmış.” diye bir cümlesi var Robin Williams’ın bir filminde..
Yaşamaya değil şehadete âşık olan Filistinliler için belki de en zor olanı işgale karşı onurları için direnmek, savaşmak, şehit olmak değil, 1949’da kardeş bildikleri Arap devletlerinin kalleşçe ve onursuzca İsrail’i tanımaları ve 1967’de Doğu Kudüs işgal edildiğinde hiçbirinin ses çıkarmamasıydı. O günden beri Gazze, Refah, Batı Şeria ve Kudüs adım adım işgal edilirken, zulme uğrarken, masum insanlar gaddarca hunharca öldürülürken başta İslam dünyası olmak üzere tüm insanlık suspus kesiliyor veya ucuz kınamaların, tel’inlerin arkasına sığınıyor.  
Sadece kendi çıkarlarını, kapitallerini, ideolojilerini putlaştıranların veya “Kabe Arabın olsun..” zihniyetindekilerin Filistin meselesine bigane ve lakayt olmaları gayet doğaldır ancak “Kudüs’ün özgürlüğünü savunmak, insanlığın ve Müslümanlığın izzeti gereğidir.” şuurunda olanların ne yaptığı veya ne yapması gerektiği mühimdir.
"Kudüs sevilmeden insanlığa girilemez. Kudüs'ü savunmak, gerçek bağımsızlığı savunmaktır." diyor Kudüs davasının onurlu kalemi Nuri Pakdil. Ve bir başka şiirinde de gaflet uykusunda olanları şöyle uyarıyor:
“Gel Anne ol
Çünkü anne
Bir çocuktan bir Kudüs yapar
Adam baba olunca
İçinde bir Kudüs canlanır
Yürü kardeşim
Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin..”
Ve bir anne mescide girişini engelleyen İsrailli eşkıyalara Nene Hatun-vari bir edayla direnirken haykırıyor: “Komutanı Hz. Muhammed olan bir ümmet size boyun eğmez. Burası onun emaneti. Siz bizi engelleyemezsiniz. Aksa ağlıyor, “Bizi savunacak Müslümanlar nerde?” diyor.” Sonra beraberindeki kadınlarla birlikte kelime-i şahadet getirip “Kanımızla, canımızla sana fedayız Ey Aksa!” diye zalimlerin yüzüne yüzüne haykırıyorlar. Ve “Aksa için ayağa kalkın ey Müslümanlar, kalkın!” diye çağrıda bulunuyor.
Kudüs için “ahsenü amela”da yer alacak hangi amelimiz var? Sosyal medya paylaşımlarımız, STK açıklamalarımız, kalp ile buğzumuz … Daha ses getirecek eylemlere ihtiyacımız olduğu çok açık. Zalimlerin, müfsidlerin planlarını bozacak, emellerine ulaşmalarını engelleyecek daha etkili, sarsıcı eylemlere.. Mesela Mavi Marmara eylemi gibi.. Mesela Bosna savaşında Sırp katillerin ‘Türkler ayaklandı, geliyor!’ diye yaptıkları mezalimi durdurdukları Edirne’ye kadar uzun araç konvoyları eylemi gibi..  veya 28 Şubat postmodern darbecilerinin sinir uçlarına dokunan, hesaplarını bozan “başörtüsü için el ele eylemi” gibi..
"Müslüman, bir sokulduğu delikten bir daha sokulmamalı. Sonuna kadar biz, hakkımızın ve haklarımızın savunucusu olacağız, kim olursa olsun her yerde, her dem. Biz, zalim hükümdarlar karşısında susmayı kesinlikle zulüm addediyoruz. Buna da asla katlanamayız." diyor Reis-i cumhurumuz Recep Tayyip Erdoğan, bugünlerde yaşanan zulümler için. Dün Davos’ta, sahilde oynayan masum çocukları dahi nasıl hunharca katlettiklerini zalimin yüzüne haykırmıştı, bugünlerde ise Kudüslü genç yönetmen Muhammed Fatih'in hazırladığı Mescid-i Aksa kısa filminde okuduğu Mehmet Akif İnan'ın şiiriyle tüm İslam âlemine çağrısını sürdürüyor: 
“Mescid-i Aksa'yı gördüm düşümde
Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu
Varıp eşiğine alnını koydum
Sanki bir yer altı nehr çağlıyordu

Mescid-i Aksa'yı gördüm düşümde
Götür Müslümana selam diyordu
Dayanamıyorum bu ayrılığa
Kucaklasın beni İslâm diyordu.”
Her iki Akif’in de işaret ettiği üzere çözüm vahdettir, hep birlikte hablullaha sımsıkı sarılmak, parçalanıp dağılmamaktır.. Amma ve lakin ne yazık ki çözüme çok uzağız.. Yüzyıllarca ırkçılık, mezhepçilik, sömürgecilik savaşlarında yüzbinlerce insanın canını yitirmesinden sonra “bir” olmayı akledebilmiş Batı,  (Bir’leşmiş Milletler, Avrupa Bir’liği, Amerika Bir’leşik Devletleri..-5-) bir asırı aşkındır bu fitnelerle içimizdeki beyinsizler aracılığı ile bizi pare pare etmiş, etmeye de devam ediyor. Ve ne yazık ki bütün bu  ahvalin zeminini oluşturan, “bünyânun marsûs” olmamızı engelleyen o kadar çok acı durum var ki.. Bir yanda ırkçı veya mezhepçi dalalet, bir yanda harici ve tekfirci zihniyet, bir yanda diz boyu cehalet, bir yanda tek dertleri kendi saltanatlarının devamı olan kukla yönetimler, bir yanda Müslüman kanı akıtmaktan çekinmeyen soysuz ihanet şebekeleri, bir yanda harimine el uzatılırken ilmi tartışma yaptığını zanneden ebleh alim müsveddeleri, bir yanda kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri anmakla ve kutsamakla yetinip bugününün zulmetinin farkında olmayan gafiller..
Dert çok, hemdert az.. İslam dünyasının içinde bulunduğu içler acısı tablo için Cumhurbaşkanımız, “Bu hallere neden düştük? Biz bu hallere düşmeli miydik?” deyip içimize düşürülen fitne ateşlerine çözüm olarak diyaloğa, istişareye ve bilhassa da bütün bu ahvalin asıl sebebi olan cehalete son vermenin yolu olan eğitimin önemine işaret ediyor: “Hiç kimse görmek istemeyen kadar kör değildir. Bunun için kendi muhasebemizi yapmalıyız. Sorunların kaynağı olarak hep başkalarını işaret etmek, bizi yanlış yollara sevk edecektir. Müslümanlar neden bu hale düştüklerinin cevabını lütfen kendilerinde aramalıdır. Soran, sorgulayan bir nesil yetiştirmekte gereken başarıyı gösteremediğimizde, ortaya geçici heveslerin peşinde koşan nesiller çıkıyor.”
Allah bu perişan halimizi hayra, zulumatı nura tebdil etsin, inananlara ittifak ve vifak nasip etsin.. Bilge kralın tabiriyle gece asrımız en koyu haliyle devam ediyor. Ancak şöyle bir hakikat da var ki karanlığın en kesif olduğu an, aydınlığa en yakın olunan andır.     
Dipnotlar:
1. Beled Sûresi- 4. Ayet
2. Hoş onların içinden de insanlıktan uzaklaşmamış, “ Zulüm bizdense ben bizden değilim.” diyebilen ve bu uğurda canını dahi feda edebilen Rachel Corrie gibi vicdanı temiz insanlar var ama nafile işte. İstisnalar kaideyi bozmuyor. Bu görüş ve duruş, onların tamamında bir efkar-ı umumiyeye ve tavr-ı halisaneye dönüşmedikten sonra bir anlamı olmuyor..
3. İkinci dünya savaşı sırasında bombalanmayan şehirler: İngiltere’nin Cambridge ve Oxford, Almanya’nın Heidelberg ve Göttingen şehirleri.
4. Tevbe Sûresi- 18. Ayet
5. “Sen onları ‘birlik’ sanırsın, hâlbuki aslında kalpleri darmadağınıktır.” Haşr Sûresi- 14. Ayet

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.