"Gitme
ey yolcu! Gel, beraber ağlaşalım...
Derdim
bir yüreğin kârı değil, paylaşalım.
Ne
yapıp ye’simi kahreyleyeyim, bilmem ki?
Öyle
dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!. "
Bu mısralar, Mehmet Âkif üstadın Safahat’ın
Hakkın Sesleri bölümündeki “Geçenler
varsa İslâm’ın şu çiğnenmiş diyârından; Şu yüz binlerce yurdun kanlı, zâirsiz
mezârından; Yürekler parçalar bir nevha dinler reh-güzârından.” diye
başladığı İslam dünyasının ve hızla parçalanan, dağılan Osmanlı’nın son
demlerindeki hali pürmelalini ve bunun karşısındaki bizarını dillendirdiği şiirinden..
Aradan bir asırdan fazla bir süre geçmiş,
neredeyse aynı olaylar, durumlar.. ve mahzun gönlümde hemen hemen aynı
duygular.. Hüzün dalgaları fevç fevç dağdağalı,
debdebeli ruhuma saldırıyor ve ruhum
dalga dalga çırpınıyor, çıkış yolu arıyor.. Etrafı setlerle, duvarlarla çevrilmiş mahkum..
Başını taşlardan taşlara vuruyor..
Ye’simi kahreylemeye çalışıyorum.. Hasretle
gecenin zifiri zulmetini yaracak bir şule bekliyorum.. Benim de Âkif
gibi “Yine hicrân ile çılgınlığım üstümde bugün.. Bana vahdet gibi bir
yâr-ı müsâid lâzım! Artık ey yolcu bırak... Ben, yalnız ağlayayım!”
Cemil Meriç, “İnsanlar çok kıyıcıydılar, kitaplara sığındım.” diyor.. Ben de
ümitler çıkmaz sokaklara sapınca, melal gönlü sarınca bazen kitab-ı mubine, bazen
şiirlere, bazı da şarkılara sığınıyorum. Bugün yine benzer ahval içindeyim..
Cevapsız soruların “hiç”indeyim.. Çünkü yâr-ı müsaid çok uzak.. başımı
çevirdiğim her taraf tuzak..
Rahmetli Cem Karaca ne diyordu bir
şarkısında: “Ne yalnızlık ne de yalan
üzmesin seni, doğarken ağladı insan, bu son olsun bu son..” olmuyor işte,
son bulmuyor -keşke olmasaydı- dediğimiz savaşlar,
acı veren olaylar, sıkıntılar, zorluklar, darda kalmışlıklar ve bunlara bağlı
olarak hasretlikler, vuslatsızlıklar, hüzünler, ağlamalar.. Çünkü çarhın
çarkına vurulmuş bir yazı var, değişmeyen: “Lekad
halaknâl insâne fî kebed: Gerçekten biz insanı acı, sıkıntı ve imtihan ile
yüklü bir hayat içerisinde yarattık.” (1)
Habilsoyu ile Kabilsoyu’nun, iyilikle
kötülüğün, karanlık ile aydınlığın, hakk ile batılın, ıslah ile bozgunculuğun
kıyamete dek sürecek mücadelesinde nice zulümler, ölümler, hicranlar yaşandı
yaşanacak. Ancak şunu da biliyorum ki tüm acılara, sıkıntılara, ölümlere
sebebiyet veren zalimler, kötüler, müfsidler kısaca Kabilsoyu istemese de kerih
görse de zulmetlere son verecek tamamlanacak bir nur var.. Ancak devran bir o
yana bir bu yana dönüyor.. ve şu vakitlerde olduğu gibi ümit kandillerinin
ışığı gah zayıflıyor, gah sönüyor..
“Ruhumun
senden ilahi şudur ancak emeli: Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli”
demişti Akif, istiklal mücadelemizde namusumuz, onurumuz olan mabetlerimize,
harimimize kirli eller değmesin, kirli ayaklar seccadelerimize basmasın diye..
Şimdilerde kudsiyeti ayetle mübeccel ilk kıblemiz Kudüs’te, peygamber katili mel’unların
torunları, Mescid-i Aksa’mıza el
uzatıyorlar, şahadetleri dinin temeli olan ezanları susturup namaz kılınmasını
yasaklıyor, ve buna direnen onurlu kardeşlerimizi katlediyorlar.. Bunu yaparken
dünyanın gözünün içine baka baka, küstahça, zorbalıkla sınır tanımadan yapıyor
yeni dünya düzeninin şımarık veletleri..
Evet, Batılılar, onca katliamdan,
mezalimden, sömürüden sonra kurdukları -sadece kendi güç, çıkar ve
egemenliklerinin sürgit devamını esas alan- yeni düzende cebren ve binbir
desiseyle peyderpey işgal ettirdikleri Filistin topraklarını belki de ikinci
dünya savaşında Almanların onlara karşı yaptığı insanlık dışı jenosidin bedeli
olarak Siyonist Yahudilere pay ettiler.
Sonrasında ne mi oldu? İlk olarak 1948’de Filistin’de bir
sabah namazında Halil Camii’ni basıp namaz kılan 67 Müslümanı katlettiler ve o
gün bugündür dünyanın sözde medeni egemen güçleri, Siyonistlerin yaptığı tüm
mezalime, devlet terörüne, katliamlara göz yumdu. Tabii ki Batılıların yaşanan onca
vahşete kör, sağır ve dilsiz kesilmesi, seviyesiz seciyelerinin tescili oldu.
Tarih bütün olanları kaydediyor, tarihle beraber olan biten her şeyi kaydeden
başka vakanüvistler de var, onu da biliyorum. Gün gelecek, defterler dürülecek,
hesaplar görülecek. (2)
Kendi kutsalları dışında kutsal tanımayan, kendileri dışında
dünyanın geri kalanına temel insan haklarını dahi reva görmeyen Batılıların
özellikle Müslümanlara karşı hiçbir hak, hukuk ve kutsal tanımayan tavırları
son demlerde zirve yapmış durumda. İkinci dünya
savaşında Almanya’da ve İngiltere’de kendi tarihlerinin ve inançlarının sembol
şehirleri olduğu için, içinde kutsal mekânları olduğu için karşılıklı olarak
bombalamadıkları şehirler (3) var. Yani birbirleriyle savaşırken
bile kutsallarına dokunmamışlar.. Ama söz konusu bizim kutsallarımız olunca
nasıl gaddarlaştıklarını, zalimleştiklerini hem Mescid-i Aksa’da yaşananlar hem
de Afganistan, Pakistan, Yemen, Irak ve Suriye iç savaşlarında çoğu istihbarat
elemanlarınca veya maşaları eliyle bombalanan, yerle yeksan edilen camilerden,
türbelerden anlıyoruz. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Yakın geçmişimizde bugün öz
yurdunda garip, öz vatanında parya olan Filistinliler gibi bu necip milletin uğruna
savaştığı kutsallarının nasıl çiğnenmeye çalışıldığını da çok iyi biliyoruz.
Tabii ki Mescid-i Aksa’yı yıkmaya güçleri yetmeyecek. Kâbe’nin Rabbi
nasıl ki savunacak kimsesi kalmadığında Beyt-i Atik’ini koruduysa Aksa’sını da
koruyacaktır. Bundan zerre miskal şüphem yok. Ancak gönül inananların eliyle
korunmasını istiyor. Ne diyordu Rabbül alemin: “Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve
ahiret gününe inanan, namaza devam eden, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan
kimseler ma'mur eder, işte bunların muvaffak olmaları umulur.” (4)
İşte böyle bir mekellefiyetle memur iken
şöyle bir dönüp hal-i pürmelalimize baktığımızda Filistinli kardeşlerimizin bu
konuda ne kadar yalnız kaldığını ne yazık ki görebiliyoruz.
“Hayatta
en kötü şey, bir başına kalmak sanırdım, değilmiş. Hayatta en kötü şey, seni bir
başına kaldığını hissettirenlerle kalmakmış.” diye bir cümlesi var Robin
Williams’ın bir filminde..
Yaşamaya değil şehadete âşık olan Filistinliler
için belki de en zor olanı işgale karşı onurları için direnmek, savaşmak, şehit
olmak değil, 1949’da kardeş bildikleri Arap devletlerinin kalleşçe ve onursuzca
İsrail’i tanımaları ve 1967’de Doğu Kudüs işgal edildiğinde hiçbirinin ses
çıkarmamasıydı. O günden beri Gazze, Refah, Batı Şeria ve Kudüs adım adım işgal
edilirken, zulme uğrarken, masum insanlar gaddarca hunharca öldürülürken başta
İslam dünyası olmak üzere tüm insanlık suspus kesiliyor veya ucuz kınamaların,
tel’inlerin arkasına sığınıyor.
Sadece kendi çıkarlarını, kapitallerini,
ideolojilerini putlaştıranların veya “Kabe Arabın olsun..” zihniyetindekilerin
Filistin meselesine bigane ve lakayt olmaları gayet doğaldır ancak “Kudüs’ün
özgürlüğünü savunmak, insanlığın ve Müslümanlığın izzeti gereğidir.” şuurunda
olanların ne yaptığı veya ne yapması gerektiği mühimdir.
"Kudüs sevilmeden
insanlığa girilemez. Kudüs'ü savunmak, gerçek bağımsızlığı savunmaktır."
diyor Kudüs davasının onurlu kalemi Nuri Pakdil. Ve bir başka şiirinde de gaflet uykusunda olanları şöyle uyarıyor:
“Gel Anne ol
Çünkü anne
Bir çocuktan bir Kudüs yapar
Adam baba olunca
İçinde bir Kudüs canlanır
Yürü kardeşim
Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin..”
Ve bir anne mescide girişini engelleyen İsrailli eşkıyalara Nene
Hatun-vari bir edayla direnirken haykırıyor: “Komutanı Hz. Muhammed olan bir ümmet size boyun eğmez. Burası onun
emaneti. Siz bizi engelleyemezsiniz. Aksa ağlıyor, “Bizi savunacak Müslümanlar
nerde?” diyor.” Sonra beraberindeki kadınlarla birlikte kelime-i şahadet getirip
“Kanımızla, canımızla sana fedayız Ey
Aksa!” diye zalimlerin yüzüne yüzüne haykırıyorlar. Ve “Aksa için ayağa kalkın ey Müslümanlar, kalkın!” diye çağrıda
bulunuyor.
Kudüs için “ahsenü amela”da yer alacak hangi
amelimiz var? Sosyal medya paylaşımlarımız, STK açıklamalarımız, kalp ile
buğzumuz … Daha ses getirecek eylemlere ihtiyacımız olduğu çok açık.
Zalimlerin, müfsidlerin planlarını bozacak, emellerine ulaşmalarını
engelleyecek daha etkili, sarsıcı eylemlere.. Mesela Mavi Marmara eylemi gibi..
Mesela Bosna savaşında Sırp katillerin ‘Türkler ayaklandı, geliyor!’ diye
yaptıkları mezalimi durdurdukları Edirne’ye kadar uzun araç konvoyları eylemi gibi..
veya 28 Şubat postmodern darbecilerinin sinir
uçlarına dokunan, hesaplarını bozan “başörtüsü için el ele eylemi” gibi..
"Müslüman,
bir sokulduğu delikten bir daha sokulmamalı. Sonuna kadar biz, hakkımızın ve
haklarımızın savunucusu olacağız, kim olursa olsun her yerde, her dem. Biz,
zalim hükümdarlar karşısında susmayı kesinlikle zulüm addediyoruz. Buna da asla
katlanamayız." diyor Reis-i cumhurumuz Recep Tayyip Erdoğan, bugünlerde
yaşanan zulümler için. Dün Davos’ta, sahilde oynayan masum çocukları dahi nasıl
hunharca katlettiklerini zalimin yüzüne haykırmıştı, bugünlerde ise Kudüslü
genç yönetmen Muhammed Fatih'in hazırladığı
Mescid-i Aksa kısa filminde okuduğu Mehmet Akif İnan'ın şiiriyle tüm İslam âlemine
çağrısını sürdürüyor:
“Mescid-i Aksa'yı gördüm düşümde
Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu
Varıp eşiğine alnını koydum
Sanki bir yer altı nehr çağlıyordu
Mescid-i Aksa'yı gördüm düşümde
Götür Müslümana selam diyordu
Dayanamıyorum bu ayrılığa
Kucaklasın beni İslâm diyordu.”
Her iki Akif’in de işaret ettiği üzere çözüm vahdettir, hep
birlikte hablullaha sımsıkı sarılmak, parçalanıp dağılmamaktır.. Amma ve lakin
ne yazık ki çözüme çok uzağız.. Yüzyıllarca ırkçılık, mezhepçilik, sömürgecilik
savaşlarında yüzbinlerce insanın canını yitirmesinden sonra “bir” olmayı
akledebilmiş Batı, (Bir’leşmiş
Milletler, Avrupa Bir’liği, Amerika Bir’leşik Devletleri..-5-) bir asırı
aşkındır bu fitnelerle içimizdeki beyinsizler aracılığı ile bizi pare pare
etmiş, etmeye de devam ediyor. Ve ne yazık ki bütün bu ahvalin zeminini oluşturan, “bünyânun marsûs” olmamızı engelleyen o kadar çok acı durum var ki..
Bir yanda ırkçı veya mezhepçi dalalet, bir yanda harici ve tekfirci zihniyet,
bir yanda diz boyu cehalet, bir yanda tek dertleri kendi saltanatlarının devamı
olan kukla yönetimler, bir yanda Müslüman kanı akıtmaktan çekinmeyen soysuz
ihanet şebekeleri, bir yanda harimine el uzatılırken ilmi tartışma yaptığını
zanneden ebleh alim müsveddeleri, bir yanda kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri
anmakla ve kutsamakla yetinip bugününün zulmetinin farkında olmayan gafiller..
Dert çok, hemdert az.. İslam dünyasının içinde bulunduğu
içler acısı tablo için Cumhurbaşkanımız, “Bu hallere neden düştük? Biz bu
hallere düşmeli miydik?” deyip içimize düşürülen fitne ateşlerine çözüm olarak
diyaloğa, istişareye ve bilhassa da bütün bu ahvalin asıl sebebi olan cehalete
son vermenin yolu olan eğitimin önemine işaret ediyor: “Hiç kimse görmek
istemeyen kadar kör değildir. Bunun için kendi muhasebemizi yapmalıyız.
Sorunların kaynağı olarak hep başkalarını işaret etmek, bizi yanlış yollara
sevk edecektir. Müslümanlar neden bu hale düştüklerinin cevabını lütfen
kendilerinde aramalıdır. Soran, sorgulayan bir nesil yetiştirmekte gereken
başarıyı gösteremediğimizde, ortaya geçici heveslerin peşinde koşan nesiller
çıkıyor.”
Allah bu perişan halimizi hayra, zulumatı nura tebdil etsin,
inananlara ittifak ve vifak nasip etsin.. Bilge kralın tabiriyle gece asrımız
en koyu haliyle devam ediyor. Ancak şöyle bir hakikat da var ki karanlığın en
kesif olduğu an, aydınlığa en yakın olunan andır.
Dipnotlar:
1. Beled Sûresi- 4. Ayet
2. Hoş onların içinden de insanlıktan uzaklaşmamış, “ Zulüm
bizdense ben bizden değilim.” diyebilen ve bu uğurda canını dahi feda edebilen
Rachel Corrie gibi vicdanı temiz insanlar var ama nafile işte. İstisnalar
kaideyi bozmuyor. Bu görüş ve duruş, onların tamamında bir efkar-ı umumiyeye ve
tavr-ı halisaneye dönüşmedikten sonra bir anlamı olmuyor..
3. İkinci dünya savaşı sırasında bombalanmayan şehirler:
İngiltere’nin Cambridge ve Oxford, Almanya’nın Heidelberg ve Göttingen
şehirleri.
4. Tevbe Sûresi- 18. Ayet
5. “Sen onları ‘birlik’ sanırsın, hâlbuki aslında kalpleri
darmadağınıktır.” Haşr Sûresi- 14. Ayet