“Keleci bilen kişinin / Yüzünü
ağ ide bir söz
Sözü pişirip diyenin / İşini
sağ ide bir söz.”
Söze, “her
dem yeni doğarız / bizden kim usanası” diyerek çağlar aşkın bir dille söz
söyleme erdemini yücelten Yunus’la başlamak
istedim.. Sözün şerefi; edep,adap, ilim,irfan ve hikmetten yoksun dimağlardan
çıkarak pespaye olmasın diye.. Sözümüz, kıyl u kal, güft ü guy mesabesinde
olmasın diye..
“Söz
söylemesini bilen kişinin söyledikleri yüzünü ağartır. Sözü pişirerek
söyleyenin işini sağ eder.” demiş Aşık Yunus. Sözü pişirmek..yani ham söz
söylememek… düşünmeden, tartmadan, süzmeden konuşmamak, yazmamak.. her kişinin
işi değil tabi, er kişinin işi..
Edebiyat,
sözü edebince, adabınca söyleme sanatı.. Gah kalemle, gahi dille. Sözü güzel ve
etkili, mukteza-yı hale ( halin gereğine) göre kullanmaya eskiler belagat demişler. Söz maani (anlam) ve belagattan oluşur.
Anlam ne kadar mühim ve değerli olursa olsun söz beliğ, fasih ve sarih
olmadıkça kömür suretinde elmasa benzer.
Geçenlerde
edebiyatımızın söz üstadlarından birini daha
ebediyete yolcu ettik.. “Türkçem benim,ses bayrağım!” diyen son dönem
edebiyatımızın çınarlarından birini, Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı yitirdik.
Yitirdiğimiz aslında sadece naçiz bedeniydi. Her ölümlü gibi o da kendisi için
tayin olunan vakte kadar yaşadı ve irtihal etti. Kendisine Allah’tan rahmet,
edebiyat alemimize baş sağlığı diliyorum. Dağlarca’nın kalemi sustu, lakin o
eserleriyle yıllarca, belki asırlarca bizimle konuşmaya devam edecek..
“ Bir
kuştu / Allı allı bir kuş / Her tüyüne bir çiçek bağladılar / Uçmadı o…
Bir
kuştu / Mavili mavili bir kuş / Her tüyüne bir boncuk bağladılar / Uçmadı o…
Bir
kuştu / Yeşilli yeşilli bir kuş / Her tüyüne bir çocuk kordelası
bağladılar/Uçtu o.”
Dağlarca, bu
mısralarında dile getirdiği “her tüyüne bir çocuk kordelası bağlanmış bir kuş”
gibi rindlerin özlemle beklediği “asude bir bahar ülkesine” uçtu gitti.
Dağlarca,
asrın en büyük şairlerinden biriydi. İsmiyle müsemma bir kişilikte,
faziletli,güzel ve dağlar gibi yüksek bir ufka sahipti. Doksan dört yıl
şahitlik ettiği insan ruhunun, yaşamının binbir çeşit haline tercüman oldu.
"Sanat eseri hem bir saat gibi içinde bulunduğumuz zamanı, hem de bir pusula
gibi gidilmesi gereken yönü işaret etmelidir." anlayışıyla yüz elliden
fazla eser verdi. Eserlerinde insana ve insan yaşamına saygıyı bir düstur
olarak benimseyip bu minvalde eserler yazdı.
Şiirinde
hiçbir şairden etkilenmemiş, hiçbir edebi topluluğa katılmamış, hiçbir edebi
akımın da tesirinde kalmamıştı; bağımsız ve özgündü. Peki 1967’de ABD’deki
Milletlerarası Şiir Forumu tarafından “En İyi Türk Şairi” seçilen Dağlarca şiirlerinde neyi anlattı?
Dağlarca’nın şiir anlayışını yine onun sözleriyle aktarayım:
“Görünenle
Olmak
Düşünmek
Görünmeyenle.”
Ses bayrağı
olarak gördüğü dilinin,yani Türkçenin sevdalısıydı. Şiirlerinde geleneksel
şiirimizin berrak,duru,içtenlikli Türkçesini, ince ve derin imgelerle
yoğurabilmeyi başarmıştı. Bir
röportajında, “Ayrılığın acı veren, acı verecek başka bir büyüklüğü var. Ki
bunu saydıklarımın üstünde tutarım: Türkçe’den ayrılmak!” demişti.
“Farkında
değil gönül
Sanki
hepten divane
İçimizden,
dışımızdan
Geçer
vakit
Zalim,
zalimane!”
Geçti vakit,geçti zalimane ve “Çoçuk
ve Allah”ın şairi: “Ya Allah / Ya Allah derim ki /
Titrerim / Kara sesimden / Ya Allah… Ya toprak ko beni gideyim gideyim /
Varmışların ardına öcül öcül / Ve küçücük ve eski ve yırtık bayraklar
arasından, / Ya gök / Al beni." diyerek hayata gözlerini yumdu.
Gitmeden
önce evinin müze ve kafeterya olarak kullanılmasını, adının da “Dağlarca’dan
Gökyüzü” olmasını istemiş ve “Buraya gelenler, benim
gökyüzüme baksınlar istiyorum.” diye vasiyette bulunmuştur. Artık o,
Dağlarca’dan Gökyüzü’nde yaşayacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.