Bilgili ve/veya
kültürlü olmak, Allah’ın akletme, anlama, düşünme, karar verme, ayırt etme gibi
aklî melekelerle teçhiz ettiği ve bunları yerli yerince kullanma şuurunda olan her
insanın hedeflediği bir şeydir. Çünkü bu nitelikleri haiz her insan bilir ki
bilgi güçtür ve ayetle de muhkem olduğu üzere bilenle bilmeyen bir olmaz. Bu
yüzden amiyane tabirle aklı başında her insan bilgiye ulaşmanın yolarını arar.
Tabii ki bunun en kolay ve kestirme yolu, informel olarak aile içinde başlayan
sosyal çevre ile zenginleşen bilen birilerinden yapılan bilgi transferleridir.
Daha sonra devreye formel yapılar girer ve okullarda alınan eğitimle insanlar
insanlığın bilgi birikiminden nasibince faydalanır.
Peki bu
edinimler yeterli midir? Günümüzde bir metaya, bir kazanç sağlama aracına
dönüşen ve belli maddî hedeflerin gerçekleştirilmesinde kullan-at malzemesine
dönüşen bilgileri elde etmede yeterli görülebilir. Bu tür bilgilere kısa ömürlü
bilgi ya da eskilerin deyişiyle malumat diyebiliriz. Malumat, kullan-at. Yani
öncelikle kişinin sonralıkla toplumun hayatı, hadisatı, kâinatı idrakini ve
buna bağlı eylemselliğini geliştiren bir ilme, irfana dönüşmeyen bilgi.
İşte bütün
bu kulaktan dolma, çevreden görme, ders kitaplarından devşirme bilgilerle birey
ve toplum bir şekilde ihtiyacını karşılar ve hayatını devam ettirebilir. Ancak
bireyin ve toplumun tekâmülü, gelişmesi, ufkunu genişletmesi, ilerlemesi,
keşfedilmemiş bakir diyarlara yelken açması sadece böyle bir yolla mümkün
müdür? Tarih büyük inkişafların, terakkilerin ancak insanlığın tecrubî
bilgilerinden faydalanarak büyük okuma hamlelerinden, seferberliklerinden sonra
gerçekleştiğinin örnekleriyle dolu. Yunan medeniyeti Mısırlıların, Sümerlerin,
Hititlerin birikiminden istifade ederek büyümüş. Sonrasında benzer şekilde
Roma, Yunan medeniyetinden; İslam medeniyeti (Endülüs, Osmanlı) eski Yunan ve
Roma’dan ve son olarak Batı uygarlığı İslam medeniyetinin birikimlerinden
yararlanarak ilerlemiş.
Bu
gelişmeler, ilerlemeler ancak o medeniyetlerin ürettiği bilgi birikiminin
kitaplar aracılığı ile taşınması ile olmuş. Hani ne demişti Avrupa’da
radyolojinin kurucusu olan Madam Curie, “Müslüman Endülüs’ten bize 30 kitap
kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı
çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık. Orada bilim sıfırlanınca,
biz yeniden sıfırdan onların yüzyıllar önce keşfettiği şeyleri bulmaya çalıştık
ve yüzyıllar kaybettik”. İşte bugün biz bu şuurla hareket etmeliyiz. Çünkü kitaplar
insanlığın edindiği bilgi ve kültüre en kolay yoldan ulaşabileceğimiz kaynaklardır.
Descartes, ‘’İyi seçilmiş kitapları okumak, geçmiş yüzyılların seçkin zekâlarıyla
önceden düzenlenmiş bir konuşmaya katılmak gibidir.’’ der bu minvalde.
Kitaplardan
kültür edindiğimiz gibi kitap okumanın da ayrı bir kültür olduğunu
unutmamalıyız. Mesela, çantada sürekli kitap taşıma, durakta beklerken okuma,
yolculuk ederken okuma bunlar hep okuma kültürü ile alakalıdır. Ancak
insanlarımızın büyük çoğunluğu kitap okuma alışkanlığı yönünden yetersiz.
Kadir Has
Üniversitesinin mutad olarak yaptığı ve geçtiğimiz günlerde 2017 sonuçlarını
duyurduğu Sosyal Eğilimler Araştırması’na göre toplumumuzun %52,8 hiç kitap
okumuyor, %21,1 ise ayda bir gün veya daha az kitap okuyor. Bu veriler ne yazık
ki bize kitap okuma alışkanlığının ülkemiz insanlarının çoğu tarafından
benimsenmediğini göstermekte.
Oysa kitap,
belki de ateşin bulunmasından sonra insanlığın yaptığı en büyük şey. Neden mi?
Çünkü kitap, bazen bir tarihçinin elinde tarihe tanıklık eden bir göz, bazen
bir bilim adamının elinde insanlığın gidişatını değiştirecek bir hazine, bazen
de bir şairin elinde o milletin duygularını anlatan tercümandır.
Kitaplar,
kapılar gibidir. Bir kez açtın mı, bambaşka bir dünyaya geçiverirsin. Hiç
farkına varmadan, daha önce ismini işitmediğin, cismine tanıklık etmediğin
insanlar arasında bulursun kendini. Onların yaşam öyküleriyle hayat bulursun.
Kitabın sonuna yaklaştıkça bir durgunluk düşer yüzüne. Bu duyguları yaşamak iyi
bir kitap okuduğunun belirtilerindendir. Bu durumu Paul Sweeney’in ‘’Son
sayfayı çevirince yakın arkadaşınızı kaybetmişsiniz gibi hissettiğiniz an iyi
bir kitap okuduğunuzu anladığınız andır.’’ sözleri tasdiklemekte.
Tarihimize
baktığımızda birçok dönemde kitaba büyük önem verildiğini görüyoruz. Öyle ki
çağ kapatıp çağ açan Fatih, daha 21 yaşında İstanbul’u fethedecek bilgi ve
birikimi sayısız kitap okuyarak elde etmiştir. Yavuz, Mısır seferine giderken
yanına üç katır yükü kitap götürmüştür. Ve daha niceleri başarının yolunun
kitap okumaktan geçtiğini bilerek tarihe namını şanla düşürmüş.
Peki kitap
bugün hak ettiği değeri görüyor mu veya kütüphaneler? Kitap ve kütüphane
hakkındaki tavrımızın, ahvalimizin pek iç açıcı olmadığı vaki. Çünkü kitap günümüzde
boş zamanlarda zoraki ele alınan veya öğrencilerin sadece okullardaki
ödevlerden ya da sınavlarda başarılı olmanın koşulu olarak yine bir mecburiyete
mahkûm olarak okuduğu bir nesne haline geldi. Ya kütüphaneler? Onların durumu da
kitaplardan farksız. Teknolojinin ilerlemesiyle hıncahınç dolu olan internet
kafelerin karşısında bomboş, sessiz ama mağrur.
Her düşünür önem biçmiş kitaba ve kitaplığa. Ne diyordu Mısırlılar;
‘’Kitaplık, ruhları tedavi eder.’’ Kuşkusuz çoğu kişinin kendi evinde kitaplığı
vardır, ama buradan sadece kendisi ve yakınları, tanıdıkları yararlanabilir.
Oysa kütüphanelerden çok geniş kitlelerin yararlanma imkânı vardır. Üstelik
böyle bir özel kitaplığa sahip olan kimsenin de kütüphanelere gereksinimi
vardır. Çünkü özel bir kitaplık asla kütüphanelerin zenginliğine erişemez. Bu
konuda en güzel şey; sevgiye, kardeşliğe, insanlığa açılan pencereler olan
kütüphaneleri çoğaltmak.
* Bu yazının ortaya çıkmasında emeği olan TOBB Kız Anadolu
İmam Hatip Lisesinden öğrencilerim Betül Akkoç ve Zuhal Boztaş’a teşekkürler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.