“Kelecilerin pişirgil / Yaramazın şeşirgil / Sözün
us ile düşürgil / Dimegil çağ ede bir söz” demiş söz söyleme erdemini yerli yerince, usûlüne göre ve usla
kullanmanın ehemmiyetine binaen, söz üstadı
ve gönül sultanlarından Yûnus Emre. Sözü pişirip diyerek hem sözün şerefini hem
söz söyleme istidadına mazhar olmuş en şerefli varlıktan olarak yüzünü ağ,
işini ve adını sağ etmiş yüzyıllar boyunca. Söze yine Yûnus’la başlamak
istedim. Niye mi? Batılıların incipit dediği bir metnin ilk cümlesi o metinlerin
bir anlamda kaderini de biraz ve belki de ekseriyetle tayin ediyor. Okuyucu -hele
de bizim memleketimizdeki gibi bir metni sonuna kadar okumaktan pek hazzetmeyen
veya imtina eden diyelim – o ilk cümleyle ya bağlanır kalır metne ya da hallice
zaplar gider. Yalnız benim derdim değil bu, incipit meselesi üstelik. Kitapların
ilk cümlelerini toplayan, tasnif eden edebiyat meraklıları, sırf bu iş için
internet siteleri dahi kurmuşlar. ‘Has edebiyata katkısı’ olduğu
düşünülen kitapların ilk cümlelerini derliyor bu siteler. İlk cümlenin hem okur
hem de yazar için kışkırtıcı bir yanı var, kitabın sesini ele verir. Gabriel
Garcia Marquez, kitabın ilk cümlesinin metnin tamamı için bir laboratuvar
görevi gördüğünden söz eder. Ben ise söze Yûnus’la başladım, zira ‘’Satırdan
sadıra(kalbe) yol gider’’ fehvasınca kendini gönüller yapmaya adamış ve bunda
da Hakk’ın inayetiyle bihakkın muvaffak olmuş bir sühan sultanına telmihte
bulunarak söz memalikinde-sahasında bir sarayın gölgesinde varid olan
sözlerimle belki var ve umulur ki bencileyin yaralı gönüllere yâr olurum.
“Kaygı yoksa, insan da yoktur, yok olmaya mahkûmdur.
Kaygısız insan, ayakta durma zeminini çoktan yitirmiş bir makineden, kolaylıkla
oraya buraya sürüklenebilen bir robottan başka nedir ki!” diyor Yusuf Kaplan. Damarlarında insan olmanın, yeryüzünün kendisine
musahhar kılındığının bilincinde olmanın getirdiği erdem ve yükümlülük
duygularının hasis bir şekilde dolaştığı gönlü ve aklı münevver kişiler
fenerleriyle yol bulurlar ve yol gösterirler istidatlarınca, karınca kaderince.
Evet,
kaygı ve duygu yoksa insan da yoktur..ve zamanın bize sunduğu teknolojik
imkanlar içinde robotlaşan insanoğlu… dünyadan, hayattan kopuk, kendi dünyasına
ve yaşadığı dünyayı anlamaya, gidişatını değiştirmeye, güzelleştirmeye, iyileştirmeye
dair en ufak fikri olmayan ve daha da elîmi fikir edinmeye cehd etmeyen bir
sürü genç dimağ…Kendini hayatın akışına teslim etmiş, yalnız ene’sinin heva,
heves ve hazlarını tatmin için maddî olarak bol kazanç sağlamak gibi sığ ve
salt seküler bir hedefin nâdan yolcuları.. Evet nâdan, yani bilgisiz, cahil.. Parmenides’in
(1) dediği gibi “ne kokar ne bulaşır cinsinden yararsız insan”. Başkalarının
görüşleri istikametinde yaşayan, hayatının başkaları tarafından determine
edilmesine ses çıkarmayan bireyler. Görüşü olmayan dolayısıyla idealleri,
yaşadığı dünyaya dair tasavvurları bulunmayan, amorf yaşam sahipleri..
Bu
bir distopya(2) mı? Yani anti ütopya.. İnsanlar, yıllar yılı hayaller kurdular
yaşamlarına dair, yaşadıkları dünyaya dair..Kimi zaman gerçekçi, kimi zaman
ütopik.. Hayal kurmak, insanı motorize eder, önce tefekküre sonra eyleme
yönlendirir. Hayal kuran demeyeyim bir “aksâ'l-ğayât”ı, gayesi, hayâli olan
insanın idesi, ideali yani bu hayata dair söyleyeceği sözü vardır.
“Hakikaten çok yazık,
zihninde cevabı olmayan bir tek soru bile yok!Ah, bir olsa, bari şöyle olsa,
bile diyemiyorsun, zira hayal nedir, arzu nedir, dilek nedir, umut ve ümit
nedir hiç bilmiyorsun! Düş de göremiyorsun bu yüzden. Bir nida dahi kopup
gelmiyor ki gaipten! Senin gaibin bile yok dostum. Neyin varsa el altında, göz
altında. Ne garip ki her şey malumun. Sorun da burada ya, senin meçhulün de
yok, her şeyin malum.”
diyor Dücane
Cündioğlu bir yazısında. Evet her şeyin malum olduğunu zannediyor, düşünüyor
bilgi çağının nesli. Zahir, bilginin çoğaldığı, ancak ne yazık ki âlimin
azaldığı ahir zamandayız.. ve bu zamanın hastalığı her şeyi hoyratça
tüketmek..Bilgi de lazım olduğu kadar ve muvakkat olarak kullanılıp atılıyor,
sahip olunmadan sadece yüklenilerek..İlmin kıymet-i harbiyesi bu memlekette
artık sınavda çıktığı kadar.. Bu kadar dar bir afak çizerseniz sınırtanımayan
bir olguya, eldevarınız elbette ki niteliksiz, yalınkat nicelikler olacaktır.
Bu nicelikten çıkar mı yeni Yunuslar, Mevlanalar, İbni Sinalar, İbni
Haldunlar?.. Bu eğitim sisteminden mütefekkir çıkar mı? Ya âlim, sanatçı,
yazar, hele de ârif..Tabii ki zor, çok zor.. Ancak kişinin yoğun gayretleriyle
belki.. Her bireyi aynı gören ve hepsine aynı yaklaşımla muamelede bulunan bir
mantığa dayalı bir sistemden ne beklenebilinir ki!.. Adı “müfredat” olan; yani müfred için, fert için bireyselleştirilmiş
olarak hazırlanmış olması gerekirken tek
merkezden, tek-el’den çıkan, bireyin farklılıklarını törpüleyip hepsini aynı
tornadan uni-formda çıkarmak isteyen bir eğitim programı mantığı ile -ne kadar
cilalanırsa cilalansın- hangi doğru hedefe ne oranda varılabilir?
Hele de
çoğunlukla malumatı ilim zanneden, isminin önünde cafcaflı unvan sıfatları
bulunan, ilimden-irfandan bihaber, sadece malumatfuruşluk yapan
uygulayıcılarınız varsa.. Üstelik söz konusu malûmat sahipleri, kendilerini en büyük
âlim mesabesinde görüyorsa.. Merhum üstad Necip Fazıl, bunları, çölde bir
çukurda birikmiş deve idrarındaki saman çöpüne binip kendisini okyanusta
transatlantikte sanan karıncalara benzetirmiş..
Peki, hırsızın
hiç mi suçu yok hocam diyor çocuk? Haklısın çocuk, senin bunda suçun yüzde hiç.
Hayfa ki bunu böyle yaptıran da , sana bu dar elbiseyi biçen de bizleriz.. Ama
şoven duygularla biz toz kondurmayız yine kendimize; çünkü yaptığımız her şey
zahiren kitabına uygun ve tutarlıdır. Peki ya bu tutarlılık, istikbalimizi
kurtaracak mıdır? “Şu kısa yaşamın dar sokaklarında dolaşırken elinde tuttuğun
tutarlılık şemsiyesinin seni ıslanmaktan koruyacağına itimadın öyle tam ki paçalarının
çamur içinde kaldığını fark etmiyorsun bile.” (D. C.)
ve düşer zihnimin fonuna bir beste, aheste:
“ Benim bu
derdim / Ne yağan yağmurda / Ne yalancı sonbaharda / Ne bomboş sokaklarda…”
Ve dillenir mısralar Orhan Veli’den, yeniden:
“Ağlasam
sesimi duyar mısınız, / Mısralarımda / Dokunabilir
misiniz, / Gözyaşlarıma, ellerinizle?”
Kızıl havaları seyreden
gönül, bilir ki akşam olmakta ve ruha dolan gizli bir dil der ki:
“Eğilmiş
arza, kanar, muttasıl kanar güller
Durur
alev gibi dallarda kanlı bülbüller”
Klasik
edebiyatımızda gül birçok yönüyle şairlere ilham kaynağı olmuş, gül metaforu
çerçevesinde birçok imge(mazmun) oluşturulmuş. Kanayan bir güldür aşığın
gönlündeki yaralar…Yarası olanın derdi vardır.. Derdi olanın söyleyecek sözü...
Evet memleketler de insanlar gibidir..biz de yaralanarak, yaralarımız
kanayarak büyüdük..Hatta yaralı ve endişeli gönüllerle büyük inkişafların ve
terakkilerin ışığında “gelip dünyaya medeniyet nedir öğretmişiz.” Ben şahsen gecenin
davetçisi akşam kızıllığının hengamesine dalıp aydınlık yarınları muştulayan
bad-ı sabayı unutan Ahmet Haşim gibi ümitsiz değilim.. Benim ümitsizlik
diyarına meskun veya medfun hayallerim yok..Yaralarım kadar her dem taze
ümitlerim.. Çünkü biliyorum İskender Pala’nın dediği gibi yedi cılız başak ile yedi semiz başağın hikâyesidir
bu, yirmibirinci yüzyılda tecelli eden. Kıtlığın Yusuflar eliyle bolluğa
döndürülmesinin tekrarlanacak hikâyesidir. Bizim bu hikayenin neresinde ve ne
kadarında olacağımız ne kadar yaralı olduğumuza bağlı..(3)
Dipnotlar:
1. Mantık diyalektik'in ilk kullanıcılarından
olan Antik Yunan felsefesinde rasyonalizm geleneğinin ilk filozoflarından biri
2. Distopya, (anti-ütopya Yunanca dystopia)
çoğunlukla ütopik bir
toplum anlayışının anti-tezini
tanımlamak için kullanılır.
3. Müşkülpesentlik
değildir ne niyetim ne de ahvalim.., Hiçbir şeyi beğenmeyip her şeye bir kulp
takan, sürekli eleştiren ve hiçbir şey üretmeyen, çare aramayan bir zihniyetten
de Allah’a sığınırım. Eğitimin tüm aşamalarında nasıl olması gerekliliği ile
ilgili fikirlerimi inşallah daha sonra serd edeceğim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.