25 Haziran 2021 Cuma

DİSTOPYA

 


 “Kelecilerin pişirgil / Yaramazın şeşirgil / Sözün us ile düşürgil / Dimegil çağ ede bir söz” demiş söz söyleme erdemini yerli yerince, usûlüne göre ve usla kullanmanın ehemmiyetine binaen, söz üstadı ve gönül sultanlarından Yûnus Emre. Sözü pişirip diyerek hem sözün şerefini hem söz söyleme istidadına mazhar olmuş en şerefli varlıktan olarak yüzünü ağ, işini ve adını sağ etmiş yüzyıllar boyunca. Söze yine Yûnus’la başlamak istedim. Niye mi? Batılıların incipit dediği bir metnin ilk cümlesi o metinlerin bir anlamda kaderini de biraz ve belki de ekseriyetle tayin ediyor. Okuyucu -hele de bizim memleketimizdeki gibi bir metni sonuna kadar okumaktan pek hazzetmeyen veya imtina eden diyelim – o ilk cümleyle ya bağlanır kalır metne ya da hallice zaplar gider. Yalnız benim derdim değil bu, incipit meselesi üstelik. Kitapların ilk cümlelerini toplayan, tasnif eden edebiyat meraklıları, sırf bu iş için internet siteleri dahi kurmuşlar.Has edebiyata katkısı’ olduğu düşünülen kitapların ilk cümlelerini derliyor bu siteler. İlk cümlenin hem okur hem de yazar için kışkırtıcı bir yanı var, kitabın sesini ele verir. Gabriel Garcia Marquez, kitabın ilk cümlesinin metnin tamamı için bir laboratuvar görevi gördüğünden söz eder. Ben ise söze Yûnus’la başladım, zira ‘’Satırdan sadıra(kalbe) yol gider’’ fehvasınca kendini gönüller yapmaya adamış ve bunda da Hakk’ın inayetiyle bihakkın muvaffak olmuş bir sühan sultanına telmihte bulunarak söz memalikinde-sahasında bir sarayın gölgesinde varid olan sözlerimle belki var ve umulur ki bencileyin yaralı gönüllere yâr olurum.

 Kaygı yoksa, insan da yoktur, yok olmaya mahkûmdur. Kaygısız insan, ayakta durma zeminini çoktan yitirmiş bir makineden, kolaylıkla oraya buraya sürüklenebilen bir robottan başka nedir ki!” diyor Yusuf Kaplan. Damarlarında insan olmanın, yeryüzünün kendisine musahhar kılındığının bilincinde olmanın getirdiği erdem ve yükümlülük duygularının hasis bir şekilde dolaştığı gönlü ve aklı münevver kişiler fenerleriyle yol bulurlar ve yol gösterirler istidatlarınca, karınca kaderince.

Evet, kaygı ve duygu yoksa insan da yoktur..ve zamanın bize sunduğu teknolojik imkanlar içinde robotlaşan insanoğlu… dünyadan, hayattan kopuk, kendi dünyasına ve yaşadığı dünyayı anlamaya, gidişatını değiştirmeye, güzelleştirmeye, iyileştirmeye dair en ufak fikri olmayan ve daha da elîmi fikir edinmeye cehd etmeyen bir sürü genç dimağ…Kendini hayatın akışına teslim etmiş, yalnız ene’sinin heva, heves ve hazlarını tatmin için maddî olarak bol kazanç sağlamak gibi sığ ve salt seküler bir hedefin nâdan yolcuları.. Evet nâdan, yani bilgisiz, cahil.. Parmenides’in (1) dediği gibi “ne kokar ne bulaşır cinsinden yararsız insan”. Başkalarının görüşleri istikametinde yaşayan, hayatının başkaları tarafından determine edilmesine ses çıkarmayan bireyler. Görüşü olmayan dolayısıyla idealleri, yaşadığı dünyaya dair tasavvurları bulunmayan, amorf yaşam sahipleri..

Bu bir distopya(2) mı? Yani anti ütopya.. İnsanlar, yıllar yılı hayaller kurdular yaşamlarına dair, yaşadıkları dünyaya dair..Kimi zaman gerçekçi, kimi zaman ütopik.. Hayal kurmak, insanı motorize eder, önce tefekküre sonra eyleme yönlendirir. Hayal kuran demeyeyim bir “aksâ'l-ğayât”ı, gayesi, hayâli olan insanın idesi, ideali yani bu hayata dair söyleyeceği sözü vardır.

“Hakikaten çok yazık, zihninde cevabı olmayan bir tek soru bile yok!Ah, bir olsa, bari şöyle olsa, bile diyemiyorsun, zira hayal nedir, arzu nedir, dilek nedir, umut ve ümit nedir hiç bilmiyorsun! Düş de göremiyorsun bu yüzden. Bir nida dahi kopup gelmiyor ki gaipten! Senin gaibin bile yok dostum. Neyin varsa el altında, göz altında. Ne garip ki her şey malumun. Sorun da burada ya, senin meçhulün de yok, her şeyin malum.”

diyor Dücane Cündioğlu bir yazısında. Evet her şeyin malum olduğunu zannediyor, düşünüyor bilgi çağının nesli. Zahir, bilginin çoğaldığı, ancak ne yazık ki âlimin azaldığı ahir zamandayız.. ve bu zamanın hastalığı her şeyi hoyratça tüketmek..Bilgi de lazım olduğu kadar ve muvakkat olarak kullanılıp atılıyor, sahip olunmadan sadece yüklenilerek..İlmin kıymet-i harbiyesi bu memlekette artık sınavda çıktığı kadar.. Bu kadar dar bir afak çizerseniz sınırtanımayan bir olguya, eldevarınız elbette ki niteliksiz, yalınkat nicelikler olacaktır. Bu nicelikten çıkar mı yeni Yunuslar, Mevlanalar, İbni Sinalar, İbni Haldunlar?.. Bu eğitim sisteminden mütefekkir çıkar mı? Ya âlim, sanatçı, yazar, hele de ârif..Tabii ki zor, çok zor.. Ancak kişinin yoğun gayretleriyle belki.. Her bireyi aynı gören ve hepsine aynı yaklaşımla muamelede bulunan bir mantığa dayalı bir sistemden ne beklenebilinir ki!.. Adı “müfredat” olan; yani müfred için, fert için bireyselleştirilmiş olarak hazırlanmış olması gerekirken tek merkezden, tek-el’den çıkan, bireyin farklılıklarını törpüleyip hepsini aynı tornadan uni-formda çıkarmak isteyen bir eğitim programı mantığı ile -ne kadar cilalanırsa cilalansın- hangi doğru hedefe ne oranda varılabilir?

Hele de çoğunlukla malumatı ilim zanneden, isminin önünde cafcaflı unvan sıfatları bulunan, ilimden-irfandan bihaber, sadece malumatfuruşluk yapan uygulayıcılarınız varsa.. Üstelik söz konusu malûmat sahipleri, kendilerini en büyük âlim mesabesinde görüyorsa.. Merhum üstad Necip Fazıl, bunları, çölde bir çukurda birikmiş deve idrarındaki saman çöpüne binip kendisini okyanusta transatlantikte sanan karıncalara benzetirmiş..

Peki, hırsızın hiç mi suçu yok hocam diyor çocuk? Haklısın çocuk, senin bunda suçun yüzde hiç. Hayfa ki bunu böyle yaptıran da , sana bu dar elbiseyi biçen de bizleriz.. Ama şoven duygularla biz toz kondurmayız yine kendimize; çünkü yaptığımız her şey zahiren kitabına uygun ve tutarlıdır. Peki ya bu tutarlılık, istikbalimizi kurtaracak mıdır? “Şu kısa yaşamın dar sokaklarında dolaşırken elinde tuttuğun tutarlılık şemsiyesinin seni ıslanmaktan koruyacağına itimadın öyle tam ki paçalarının çamur içinde kaldığını fark etmiyorsun bile.” (D. C.)

ve düşer zihnimin fonuna bir beste, aheste:

“ Benim bu derdim / Ne yağan yağmurda / Ne yalancı sonbaharda / Ne bomboş sokaklarda…”

Ve dillenir mısralar Orhan Veli’den, yeniden:

“Ağlasam sesimi duyar mısınız, / Mısralarımda / Dokunabilir misiniz, / Gözyaşlarıma, ellerinizle?”

Kızıl havaları seyreden gönül, bilir ki akşam olmakta ve ruha dolan gizli bir dil der ki:

“Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller 
 Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller

Klasik edebiyatımızda gül birçok yönüyle şairlere ilham kaynağı olmuş, gül metaforu çerçevesinde birçok imge(mazmun) oluşturulmuş. Kanayan bir güldür aşığın gönlündeki yaralar…Yarası olanın derdi vardır.. Derdi olanın söyleyecek sözü...

Evet memleketler de insanlar gibidir..biz de yaralanarak, yaralarımız kanayarak büyüdük..Hatta yaralı ve endişeli gönüllerle büyük inkişafların ve terakkilerin ışığında “gelip dünyaya medeniyet nedir öğretmişiz.” Ben şahsen gecenin davetçisi akşam kızıllığının hengamesine dalıp aydınlık yarınları muştulayan bad-ı sabayı unutan Ahmet Haşim gibi ümitsiz değilim.. Benim ümitsizlik diyarına meskun veya medfun hayallerim yok..Yaralarım kadar her dem taze ümitlerim.. Çünkü biliyorum İskender Pala’nın dediği gibi yedi cılız başak ile yedi semiz başağın hikâyesidir bu, yirmibirinci yüzyılda tecelli eden. Kıtlığın Yusuflar eliyle bolluğa döndürülmesinin tekrarlanacak hikâyesidir. Bizim bu hikayenin neresinde ve ne kadarında olacağımız ne kadar yaralı olduğumuza bağlı..(3)

 

Dipnotlar:

1. Mantık diyalektik'in ilk kullanıcılarından olan Antik Yunan felsefesinde  rasyonalizm  geleneğinin ilk filozoflarından biri

2. Distopya, (anti-ütopya Yunanca dystopia) çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılır.

3. Müşkülpesentlik değildir ne niyetim ne de ahvalim.., Hiçbir şeyi beğenmeyip her şeye bir kulp takan, sürekli eleştiren ve hiçbir şey üretmeyen, çare aramayan bir zihniyetten de Allah’a sığınırım. Eğitimin tüm aşamalarında nasıl olması gerekliliği ile ilgili fikirlerimi inşallah daha sonra serd edeceğim.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.