ADIYAMAN ANADOLU ÖĞRETMEN LİSESİ 2013 TİYATRO GÖSTERİSİ
(Senaryosu tarafımdan eğitim hayatına uyarlanmıştır.)
PART-1
PART-2
Umaç: “B"ilgi, "A"hlak, "K"ültür, "İ"nanç / Kür: Fikir,Zikir,Şükür / Umde: İyilik, El'an ve Her an ve Her yerde / Şiar: Talip ve takip edilir;ilme,irfana,iyiliğe medar / Penah: Allah
ve Vahdet okyanustur..
İnsan ruhları ise ondan buharlaşan
sonra gökteki bulutlarda vücut bulan
yağmur damlacıkları..
ve başlar yolculuğu ruhun
bütün'ünden ayrıldığı vakit..
seyr-ü sulük..
Salik(yolcu),bedenlendikten sonra
kaderince ve amelince bir süre yaşar,
okyanusa kavuşuncaya kadar..
kimine yol uzundur,kimine kısa..
kimi kolay kavuşur,doğrudan..
kimi zor kavuşur,
bir ırmak(rehber) aracılığıyla bulur okyanusunu..
ve kimi hiç kavuşamaz bütününe,
bütününden habersiz ya da naşinas..
ya yer altına mahkum olur, ya bir göle..
sebebini bilmediği acıları dinmez,
hasretliği bitmez..
“Yevme nekûlu licehenneme helimtele’ti ve tekûlu
hel min mezîd: O gün ki Cehenneme ‘Doldun mu?’
diyeceğiz, o da ‘Daha ziyade var mı?’(Daha fazlası yok mu?) diyecek.” Kaf
Sûresi-30. Ayet
Evet, Cehennemin de dili var, konuşuyor ve “daha yok mu?”
diyor. Kur’an-ı Kerim’de Rabbimizin bize aktardığı kıssalardaki, mesellerdeki,
müsemmalardaki, diyaloglardaki hikmetler oldum olası dikkatimi celp etmiştir.
Mesela Cehennem neden “daha yok mu?” der, Cehennemin başmeleğinin ismi neden
Malik, Cennetin kapısında mü’minleri karşılayan meleğin ismi neden Rıdvan? Ve
daha her ayetinde bir hakikata müş’ar birçok
hikmet..
Hz Adem
(a.s.) ilk yaratıldığında Cennet’teydi, sonsuz nimetler içinde.. elhak, sadece
bir meyve yasak.. ve ebediyet güvencesi vadedilmemiş bir ahvalde.. “Ey
Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?” Tâhâ Suresi
121 vesvesesiyle şeytan, onu ve eşini şaşırttı.. “Derken şeytan onların ayaklarını kaydırarak, içinde bulundukları nimet
yurdundan çıkardı. Biz de: 'Haydi, dedik, birbirinize düşman olarak
yeryüzüne inin! Siz orada belirli bir süre ikamet edip yararlanacaksınız.”
(Bakara, 2/36, 38)
Hz Adem (a.s.)’den bize genetik yoluyla tevarüs eden haslet:
ebediyet arzusu ve sınırsız mülke malik olma arzusu.. “hel min mezid”çilik.. Yani
hemen hepimiz yaşadığımız dünyayı cennetleştirmeye çalışıyoruz, olabildiğince
çok nimet yurduna dönüştürmeye çalışıyoruz.. ve de Cennet’teki gibi nimetleri
kolayca edinmenin, sürekliliğinin ve çokluğunun yollarını arıyoruz.. İkinci
haslet, ebedileşme arzusu.. bu dünyada hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşamak
istiyoruz.. nimetlerin yok olmayacağı, azalmayacağı bir dünyada yaşamak..
şaşkınlık ya da gaflet hali.. “İnsan, uykudadır, ölünce uyanır.” Hadisi
ahvalimize tercüman..
Hz Adem (a.s.) hatasını anladı, şaşkınlıktan çabuk
sıyrıldı.. Sınırsız ve sonsuz olanın, Malik’ul Mülk olanın, ezeli ve ebedi
olanın Allah olduğunu bildi ve O’na yöneldi. Peki ya hatasını anlamayan
Ademoğulları.. o kadar çok ki, ziyadesiyle mevcut.. yok’luğu er ya da geç
tadacak olan varlıklar.. çoklukla, yalan olanla oyalananlar, oyalandıkça sahip
olmaya ve sahip olduğunu zannettiği şeylere karşı şehevatı artanlar.. Arttıkça
artırmak isteyen, “Daha yok mu, daha yok mu?” diyen, “benim …… -im , benim
…….-ım, benim …….-um, benim …….-üm” diye diye malik olduğu şeylerin ilk
Malik’ini, son Malik’ini, gerçek Malik’ini bilmeden, emanet şuurunda olmadan
oyalanmasını tamamlayıp Cehennemin başmeleği Malik’in “Daha yok mu?”sunun
nesnesi olacak olan gafiller.. Mesela onlardan biri David Rockefeller.. Hedefi
200 yaşını görmekmiş.. Bu amaca matuf 6 kalp nakli, 3 böbrek ve 2 de ciğer
nakli yaptırmış.. ama nafile.. Geberdi gitti 101 yaşında.. Bir namazlık
saltanatı bile olmayacak taht misali o musalla taşında..
Dünyanın sayılı milyarderlerinden(dolar üzerinden:)) Nelere malik
değilmiş ki.. “Dünyanın neredeyse
yarısından bile fazla bir etki alanına sahip..” diyor Vikipedi.. 5 ila 15
trilyon dolar servetiyle, "Dünya imparatorluğu" kurmak istemiş; "dünyaya
yeniden düzen verecekmiş" petrol kokan kanlı elleriyle.. Ama işte çarnaçar
zaik’lerinden oldu mevtin.. şimdi yanında mı acep servetin? Zihnimin fonuna
gelen bir şarkı.. Bazı hakikatleri Sezen ve dillendiren birinden.. “Bu dünya ne
sana, ne de bana kalmaz.. Bu dünya ne sana, ne de bana kalmaz.. Sultan
Süleyman’a kalmadı böyle.. hiçbir kitap yazmaz..”
“Elhakumut tekasür, hatta zurtumul mekabir”
Çokluk oyalar.. mal ve mülk kişiyi kendine köle eder.
Makinaların çoğalmasıyla modern insan hayatı kolaylaştıracağını sandı.. ama
ortada bir terslik vardı.. makinalar sahibini köleleştiriyordu. Akıllı olanlar
da daha fazla..
Mal da yalan mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan
Cennet,
Sevgi'lilerin
ve Merhamet'lilerin yurdu..
İnsanda
ruhtandır "sevgi ve merhamet",
Bu
duygulardan iyilik doğar..
"hırs
ve şehvet"in membaıdır beden..
Bu
duygulardan ise kötülük doğar..
yenilirse
ruh, bedene
zulmetmeye
başlar..önce nefsine
sonra
diğer hemhilkâtlerine..
bu
yüzden cehennemdir
zâlimlerin
yurdu..
Ruh
"ışık"tır, ten "karanlık"..
Ruh
ayrılınca tenden
"gözün
ışığı" gider..
Zulüm,ışığı
gölgelemek,
İnsanı
ruhsuzlaştırmak..
Sevgi
ve merhameti yok etmek..
ben'e giydirilmiş beden'ler..
asıl güzellik ben'de aranmalı,
beden'de değil..
beden gibi ben de makyajlanır,
aşk'ın ilk evresinde.
her iki taraf da bedenleri gibi
ben'lerini de makyajlar..
ve her iki taraf
makyajlanan ben'deki sen'e aşık olur..
acaba bende'deki sen, sen'deki sen misin?
Kişi, kudreti, kuvveti, azameti nispetince
merhametli, affedici ve sabırlı olmalıdır.. olmazsa eğer tiranlaşır, ceberrut
bir zalime döner..
İnsan kişiliğini, mefkuresini oluşturan ma'na-vi
ilkelerinden uzaklaşıp bulunduğu ve geldiği hal kendisine hoş,süslü ve doğru
geliyorsa "ama"larla yaptıklarını gerekçelendiriyorsa ruhunu farkına
varmadan kendisini kandıran şeytana teslim ediyordur.. Yazık, aynaya bak' Bu,
aynadaki, sen misin?
"Postmodern ıztırarî hastalık:hamakat ve basiret körlüğü..ve
tutuşturulmuş reçete:yarış atına dönüştürülenlere at gözlüğü..ya da uzaktan
amorf bir yaklaşımla abandone seyrediş.. iğdiş edilmiş düşünme
yetisiyle,oyunlarla (PES,PS vs.) büyüy(emey)en nesillerin çarçabuk oyuna
gelmesi doğal değil mi? pek yazık ki bu hengamede ölen ve aslında derde deva
erdem:observatif güven."
aklın çekmediği kudret, ancak öz-farkındalıksız zulüm doğurur..
kisveler.. kılıklar.. kılıflar.. şov-tanılar için utanımsız tanımlar..
sahi, sahi olmak çok mu zor?
"Aman Allah'ım! Ene(ben)li ve iyelikli cümleler ne kadar da arttı
ülkemin atmosferinde..böyle olunca bu puslu havada en büyük ene-ist ve kibirli
olan şeytan ve şeytaniler, göbek atıyordur herhalde..neuzu billah..yazık,
herkes kendi yığınlığında şeytanın gör dediğine bakıyor.."
Millet olarak çocuk gibiyiz..çok ve çabuk gaza geliyor,çok ve çabuk
öfkeleniyor,çok ve çabuk üzülüyor, çok ve çabuk seviniyoruz..-uz..-uz..duygu
buğulanmasından basiretimiz bağlanıyor,gözlerimiz gerçekleri olduğundan farklı
algılıyor..acı(lar) ya da kayıp(lar) yaşandıktan sonra gerçeklerle yüzleşince
de aklımız başımıza geliyor..ama çoğu zaman iş işten geçmiş oluyor..ve ne yazık
ki bu karakteristik, birbirimize karşı (fert,grup,cenah,hizip,mezhep..)
tutumlarımızda da böyle..araştırmadan,anlamadan,dinlemeden,bilgi sahibi olmadan
birbirimizi yaftalıyor,yargılıyor ve mahkum ediyoruz..bu yüzden bu milletin en
büyük öğretmeni acılar olmuştur..düşüncelerimize,eylemlerimize ve hatta
umutlarımıza bilgiyle akl-ı selimin yön verdiği bol acısız günleri de görürüz
inşallah..
Üstad,
yine fasih bir şekilde varoluş hikmetini dile getirmiş. Zaten Hâlık-ı kainatı
tanımak, O'na iman ve ibadet etmek, vazettiği emirlere uyup yasaklarından
kaçınmak, havf ve reca arasında yaşamak, gönderdiği Rasulu örnek almak kamil
insan veya halkul beriyye olmanın ön koşullarıdır. Rasulullah (SAV) demişti ya
"Sizden Allah'ı en iyi tanıyan ve O'ndan en çok korkan Ben'im". Sorun
da zaten insanların Rabblerini çok iyi tanımamaları, O'ndan yeterince
korkmamalarıdır. Yoksa ayette belirtildiği üzere "iman ettim" demekle
iş bitmiyor. Bütün mesele O'na ne kadar iman ettiğimiz ve bunun icabı olarak ne
kadar amel-i salih işlediğimiz, ahsen-u ameladan ne kadar yaptığımız, önce bizi
Vareden'in sonra da var ettiklerinin hukukuna riayet ettiğimizdir. Allah bizi
bağışlasın, sırat-ı mustakiminde istikamet sahibi kılsın. İnsan olmak, hele
kamil insan olmak çok zor ve bu yüzden de cennet ucuz değil, cehennem de
lüzümsuz değil.
“Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü.
Hadi göster bakayım şimdi de İbnü'r-Rüşd'ü?
İbn-i Sînâ niye yok? Nerde Gazâlî görelim?
Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim?
En büyük fâzılınız: Bunların âsârından,
Belki on şerhe bakıp, bir kuru ma'nâ çıkaran,
Yedi yüz yıllık eserlerle bu dînin hâlâ,
İhtiyâcâtını kâbil mi telâfı? Aslâ.
Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm'ı.
Kuru da'vâ
ile olmaz bu, fakat ilim ister;
Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster?”
diyor
Mehmet Akif, yaşadığı devri aydınlatan âlim, ârif ve önder şahsiyetlerin
yokluğundan şikayet ederek..
İslam’ın en uzun ve en karanlık
yüzyılında deniz feneri misali, yolunu şaşırmışlara umut ışığı olan şahs-ı
münevverlerin yokluğu ya da azlığında Akif haklı.. Hele de modernitenin tüm
iştihasıyla insanı maddeye, tüketmeye, hıza ve hazza köleleştirdiği son yarım
asırda beka pınarından bir damla olan insan ruhunu özgürleştirmeye çağıran,
bunun için çalışan aydınlık ruhlar yok denecek kadar az. İşte Akif’in “göster”
dediği o kudrette adamlardan biri de Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç..
"Ben bir Müslüman’ım ve öyle kalacağım.
Kendimi dünyadaki İslam davasının bir neferi olarak telakki ediyorum ve son
günüme kadar da öyle hissedeceğim. Çünkü İslam
benim için güzel ve asil olan her şeyin
diğer adı..." diyen Aliya İzzetbegoviç, 1925'de Bosna-Hersek'in Bosanski Samac ilinde doğdu. 1946 yılında
Genç Müslümanlar Örgütü'ne üye olmaktan üç yıl hapse mahkum edildi. II. Dünya Savaşı sırasında Mladi Müslimani ( Genç
Müslümanlar) birliğine katılmıştı. Henüz on beş yaşındaydı. Anti-faşist olan bu
birliğin amacı Balkanlarda Müslümanlığı
tekrar diriltmekti.
“Ey muhataplarım! Ben
çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin
başında durmuşum; sureten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mazinin en
derin derelerinde olanları camiye dâvet ediyorum.” diyen Bediüzzaman gibi o da kendi coğrafyasında
Müslümanların İslamlaşmasını kendine misyon olarak benimsemişti.
Hapisten çıkan Aliya, Saraybosna’da 1956’da
Saraybosna Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra uzun yıllar avukatlık ve hukuk danışmanlığı yapacak bir yandan da siyasi faaliyetlerini
sürdürecekti. 1960’lı yıllarda İslam
Deklarasyonu adıyla kaleme aldığı kitabıyla yeniden mahkumiyeti başlamıştı.
1983 yılında düşüncelerinden dolayı 14 yıl hapse mahkum oldu. Cezasının beş
yılını hapiste geçirdi. Yugoslavya'nın dağılma sürecine girdiği dönemde Demokratik Eylem Partisi (SDA)'ni kurdu
ve genel başkanı seçildi.
Sırpların Bosna-Hersek Cumhuriyetine karşı
başlattığı savaş boyunca Aliya İzzetbegoviç, bağımsızlık savaşına liderlik yaptı. Yıl 1995 Temmuz’uydu.
Srebrenika’da birkaç gün içinde sadece yedi
sekiz bin kişiyi katletmişti Sırplar... Aliya ve halkı bin iki yüz gün
kuşatma altında kalırken dünya bu olaya
seyirci kalmıştı.
Saraybosna’da on binden fazla insan öldü ve bunun 1300’ü çocuktu. Ölülerini
gömecek mezarlık kalmadığından parklar bile mezarlık haline getirilmişti.
Müslümanlarsa herhangi bir askeri destekten yoksun ve silah yönünden çok
zayıftılar. Sonuçta Sırplar Bosna-Hersek’in önemli şehirlerini işgal ettiler.. Sırplar işgal ettikleri yerlerde hem katliam hem de yıkım gerçekleştiriyorlardı.
Özellikle camileri ve İslâmi izler
taşıyan tarihi eserleri yıkmaya
özen gösteriyorlardı. Savaşın sonuna gelindiğinde Bosna-Hersek’teki iç savaşın aldığı can sayısı 250 bini,
göçe zorladığı insan sayısı ise 1
milyonu aşmıştı. 1995 yılında savaşa son veren Dayton Anlaşması imzalandı.
Aliya, bu
antlaşma için "Hayatımda en zor attığım imza olmuştur. Ne yazık ki bütün ideallerimizin yok olmaması için
bu anlaşmayı imzalamak zorundaydık."diyecekti. Dayton Barış
Antlaşması’nın mimarı Richard Holbrooke onun için şöyle diyecekti: "Eğer
Aliya İzzetbegoviç ve onun kararlı tutumu olmasaydı, bugün Bosna-Hersek diye
bir devlet olmayacaktı".
“Ben, İslam’ı ve mücadele şuurunu Mevdudi, Seyyid
Kutup, Hasan el-Benna ve Fazlurrahman gibi âlimlerin kitaplarından öğrendim.”
diyen, cesur, inançlı ,azimli, entelektüel,
bilge, zahid, eylem adamı kişiliğiyle Aliya, yeni bir lider tipinin öncüsü oldu.
"Ey teslimiyet, senin adın
İslam’dır." diyen Aliya İzzetbegoviç 2003 yılında rahmet-i Rahman’a ruhunu teslim etti.
“Gözlerinden salıncaklar kuruludur gökyüzüne…
Ufka ayarlı bakışlarından yarınlara adanmış zaferler tüter. Sessiz bir
çığlıktır o… Kuşatılmış duyguların, hapsedilmiş hayallerin özgürlüğe açılan
kapısıdır. Yalnızlığı sürgün etmeye meyilli olanların yanı başındadır.
Ümidi tükenenlere bir ümittir o… Barışa inananların gönül yıldızıdır… Bir
hayali binlerle bölüşen gönüllerin fatihi Aliya İzzetbegoviç’tir o…”
"Yeryüzünün öğretmeni olmak için
gökyüzünün öğrencisi olmaya çalışan” Aliya’nın imkânsız görüneni gerçekleştirecek ve her türlü zorlukla başa çıkacak bir
nesil umudu vardı. “İslam'da doğan ve yenilgi ve aşağılanma içinde büyüyen,
yeni İslami vatanperverliği içinde birleşmiş, eski ihtişam ile başkasının
yardımına dayalı hayatı reddedecek ve hakikat, hayat ve şerefi temsil eden
hedefler etrafında toplanacak bu neslin” çağın problemlerine karşı
istikamet bulabilmesi için “İslam
Deklarasyonu ve İslamî Yeniden Doğuşun Sorunları, Doğu ve Batı Arasında İslam, Tarihe
Tanıklığım, Köle Olmayacağız, Özgürlüğe Kaçışım” gibi eserler verdi.
“Artık Bosna Hersek hür ve bayrağımız kendi
topraklarımızda dalgalanıyor. Selam sana ey halkım. İmanınıza, bayrağınıza ve devletinize sımsıkı sarılın."
diyordu Aliya İzzetbegoviç... Bosna-Hersek Savaşı, ABD ve Avrupa'nın haçlı kimliğini bir kez daha gözler önüne
sermişti. Bunu bizzat Avrupalı tarihçiler ve yorumcular da itiraf etmiş ve bu
savaşta Batılıların 19. yüzyıldaki sömürgeci kimliklerine geri döndüklerine
dikkat çekmişlerdi. Yukarda sürecini kısaca anlatmaya çalıştığım Bosna savaşı
ifadesini bugün Halep diye okuyun, Suriye diye okuyun.. resmin aynı olduğunu,
dünden bugüne hiçbir şeyin değişmediğini hatta vahşetin daha da arttığını çok
net göreceksiniz: ……….’te birkaç gün içinde sadece yedi sekiz bin kişi katledilmişti. …………..halkı bin iki yüz gün
kuşatma altında kalırken dünya bu olaya
seyirci kalmıştı. …………’te …… binden
fazla insan öldü ve bunun 11.924'ü çocuktu. …………..’lar, işgal ettikleri
yerlerde hem katliam hem de yıkım gerçekleştiriyorlardı.
Özellikle camileri ve İslâmi izler
taşıyan tarihi eserleri yıkmaya
özen gösteriyorlardı. Savaşın sonuna gelindiğinde ……………………’deki iç savaşın aldığı can sayısı ……. bini,
göçe zorladığı insan sayısı ise …………….
milyonu aşmıştı.”
Cemil Meriç’in "Bütün Kur’an’ları
yaksak, bütün camileri yıksak, biz artık Türk ve Müslüman değiliz, size
benzedik desek bile Avrupalı’nın gözünde biz
Osmanlı’yız. Osmanlı, yani İslâm. Karanlık, tehlikeli bir düşman. Olimpos Dağı‘nın tahammülsüz çocukları, Hira Dağı’nın evlatlarını hep bu gözle
gördüler.” diye bir tespiti var.. Son zamanlarda ülkemizde ve coğrafyamızda
yaşanan hazin olaylar, Batı’nın artık zahiren ve aleniyen göstermekten
çekinmediği haçlı kimliğinden ve amaçlarından hiçbir vakit vazgeçmediğinin
kanıtı. İmanımıza, bayrağımıza ve devletimize sımsıkı sarılmanın gayet mühim olduğu bugünlerde Bilge
kralı rahmetle anıyor ve onun müteal ideallerini gerçekleştirme şuurunda ve
yolunda olan herkesi selamlıyorum.
Bilgili ve/veya
kültürlü olmak, Allah’ın akletme, anlama, düşünme, karar verme, ayırt etme gibi
aklî melekelerle teçhiz ettiği ve bunları yerli yerince kullanma şuurunda olan her
insanın hedeflediği bir şeydir. Çünkü bu nitelikleri haiz her insan bilir ki
bilgi güçtür ve ayetle de muhkem olduğu üzere bilenle bilmeyen bir olmaz. Bu
yüzden amiyane tabirle aklı başında her insan bilgiye ulaşmanın yolarını arar.
Tabii ki bunun en kolay ve kestirme yolu, informel olarak aile içinde başlayan
sosyal çevre ile zenginleşen bilen birilerinden yapılan bilgi transferleridir.
Daha sonra devreye formel yapılar girer ve okullarda alınan eğitimle insanlar
insanlığın bilgi birikiminden nasibince faydalanır.
Peki bu
edinimler yeterli midir? Günümüzde bir metaya, bir kazanç sağlama aracına
dönüşen ve belli maddî hedeflerin gerçekleştirilmesinde kullan-at malzemesine
dönüşen bilgileri elde etmede yeterli görülebilir. Bu tür bilgilere kısa ömürlü
bilgi ya da eskilerin deyişiyle malumat diyebiliriz. Malumat, kullan-at. Yani
öncelikle kişinin sonralıkla toplumun hayatı, hadisatı, kâinatı idrakini ve
buna bağlı eylemselliğini geliştiren bir ilme, irfana dönüşmeyen bilgi.
İşte bütün
bu kulaktan dolma, çevreden görme, ders kitaplarından devşirme bilgilerle birey
ve toplum bir şekilde ihtiyacını karşılar ve hayatını devam ettirebilir. Ancak
bireyin ve toplumun tekâmülü, gelişmesi, ufkunu genişletmesi, ilerlemesi,
keşfedilmemiş bakir diyarlara yelken açması sadece böyle bir yolla mümkün
müdür? Tarih büyük inkişafların, terakkilerin ancak insanlığın tecrubî
bilgilerinden faydalanarak büyük okuma hamlelerinden, seferberliklerinden sonra
gerçekleştiğinin örnekleriyle dolu. Yunan medeniyeti Mısırlıların, Sümerlerin,
Hititlerin birikiminden istifade ederek büyümüş. Sonrasında benzer şekilde
Roma, Yunan medeniyetinden; İslam medeniyeti (Endülüs, Osmanlı) eski Yunan ve
Roma’dan ve son olarak Batı uygarlığı İslam medeniyetinin birikimlerinden
yararlanarak ilerlemiş.
Bu
gelişmeler, ilerlemeler ancak o medeniyetlerin ürettiği bilgi birikiminin
kitaplar aracılığı ile taşınması ile olmuş. Hani ne demişti Avrupa’da
radyolojinin kurucusu olan Madam Curie, “Müslüman Endülüs’ten bize 30 kitap
kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı
çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık. Orada bilim sıfırlanınca,
biz yeniden sıfırdan onların yüzyıllar önce keşfettiği şeyleri bulmaya çalıştık
ve yüzyıllar kaybettik”. İşte bugün biz bu şuurla hareket etmeliyiz. Çünkü kitaplar
insanlığın edindiği bilgi ve kültüre en kolay yoldan ulaşabileceğimiz kaynaklardır.
Descartes, ‘’İyi seçilmiş kitapları okumak, geçmiş yüzyılların seçkin zekâlarıyla
önceden düzenlenmiş bir konuşmaya katılmak gibidir.’’ der bu minvalde.
Kitaplardan
kültür edindiğimiz gibi kitap okumanın da ayrı bir kültür olduğunu
unutmamalıyız. Mesela, çantada sürekli kitap taşıma, durakta beklerken okuma,
yolculuk ederken okuma bunlar hep okuma kültürü ile alakalıdır. Ancak
insanlarımızın büyük çoğunluğu kitap okuma alışkanlığı yönünden yetersiz.
Kadir Has
Üniversitesinin mutad olarak yaptığı ve geçtiğimiz günlerde 2017 sonuçlarını
duyurduğu Sosyal Eğilimler Araştırması’na göre toplumumuzun %52,8 hiç kitap
okumuyor, %21,1 ise ayda bir gün veya daha az kitap okuyor. Bu veriler ne yazık
ki bize kitap okuma alışkanlığının ülkemiz insanlarının çoğu tarafından
benimsenmediğini göstermekte.
Oysa kitap,
belki de ateşin bulunmasından sonra insanlığın yaptığı en büyük şey. Neden mi?
Çünkü kitap, bazen bir tarihçinin elinde tarihe tanıklık eden bir göz, bazen
bir bilim adamının elinde insanlığın gidişatını değiştirecek bir hazine, bazen
de bir şairin elinde o milletin duygularını anlatan tercümandır.
Kitaplar,
kapılar gibidir. Bir kez açtın mı, bambaşka bir dünyaya geçiverirsin. Hiç
farkına varmadan, daha önce ismini işitmediğin, cismine tanıklık etmediğin
insanlar arasında bulursun kendini. Onların yaşam öyküleriyle hayat bulursun.
Kitabın sonuna yaklaştıkça bir durgunluk düşer yüzüne. Bu duyguları yaşamak iyi
bir kitap okuduğunun belirtilerindendir. Bu durumu Paul Sweeney’in ‘’Son
sayfayı çevirince yakın arkadaşınızı kaybetmişsiniz gibi hissettiğiniz an iyi
bir kitap okuduğunuzu anladığınız andır.’’ sözleri tasdiklemekte.
Tarihimize
baktığımızda birçok dönemde kitaba büyük önem verildiğini görüyoruz. Öyle ki
çağ kapatıp çağ açan Fatih, daha 21 yaşında İstanbul’u fethedecek bilgi ve
birikimi sayısız kitap okuyarak elde etmiştir. Yavuz, Mısır seferine giderken
yanına üç katır yükü kitap götürmüştür. Ve daha niceleri başarının yolunun
kitap okumaktan geçtiğini bilerek tarihe namını şanla düşürmüş.
Peki kitap
bugün hak ettiği değeri görüyor mu veya kütüphaneler? Kitap ve kütüphane
hakkındaki tavrımızın, ahvalimizin pek iç açıcı olmadığı vaki. Çünkü kitap günümüzde
boş zamanlarda zoraki ele alınan veya öğrencilerin sadece okullardaki
ödevlerden ya da sınavlarda başarılı olmanın koşulu olarak yine bir mecburiyete
mahkûm olarak okuduğu bir nesne haline geldi. Ya kütüphaneler? Onların durumu da
kitaplardan farksız. Teknolojinin ilerlemesiyle hıncahınç dolu olan internet
kafelerin karşısında bomboş, sessiz ama mağrur.
Her düşünür önem biçmiş kitaba ve kitaplığa. Ne diyordu Mısırlılar;
‘’Kitaplık, ruhları tedavi eder.’’ Kuşkusuz çoğu kişinin kendi evinde kitaplığı
vardır, ama buradan sadece kendisi ve yakınları, tanıdıkları yararlanabilir.
Oysa kütüphanelerden çok geniş kitlelerin yararlanma imkânı vardır. Üstelik
böyle bir özel kitaplığa sahip olan kimsenin de kütüphanelere gereksinimi
vardır. Çünkü özel bir kitaplık asla kütüphanelerin zenginliğine erişemez. Bu
konuda en güzel şey; sevgiye, kardeşliğe, insanlığa açılan pencereler olan
kütüphaneleri çoğaltmak.
* Bu yazının ortaya çıkmasında emeği olan TOBB Kız Anadolu
İmam Hatip Lisesinden öğrencilerim Betül Akkoç ve Zuhal Boztaş’a teşekkürler.
“Keleci bilen kişinin / Yüzünü
ağ ide bir söz
Sözü pişirip diyenin / İşini
sağ ide bir söz.”
Söze, “her
dem yeni doğarız / bizden kim usanası” diyerek çağlar aşkın bir dille söz
söyleme erdemini yücelten Yunus’la başlamak
istedim.. Sözün şerefi; edep,adap, ilim,irfan ve hikmetten yoksun dimağlardan
çıkarak pespaye olmasın diye.. Sözümüz, kıyl u kal, güft ü guy mesabesinde
olmasın diye..
“Söz
söylemesini bilen kişinin söyledikleri yüzünü ağartır. Sözü pişirerek
söyleyenin işini sağ eder.” demiş Aşık Yunus. Sözü pişirmek..yani ham söz
söylememek… düşünmeden, tartmadan, süzmeden konuşmamak, yazmamak.. her kişinin
işi değil tabi, er kişinin işi..
Edebiyat,
sözü edebince, adabınca söyleme sanatı.. Gah kalemle, gahi dille. Sözü güzel ve
etkili, mukteza-yı hale ( halin gereğine) göre kullanmaya eskiler belagat demişler. Söz maani (anlam) ve belagattan oluşur.
Anlam ne kadar mühim ve değerli olursa olsun söz beliğ, fasih ve sarih
olmadıkça kömür suretinde elmasa benzer.
Geçenlerde
edebiyatımızın söz üstadlarından birini daha
ebediyete yolcu ettik.. “Türkçem benim,ses bayrağım!” diyen son dönem
edebiyatımızın çınarlarından birini, Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı yitirdik.
Yitirdiğimiz aslında sadece naçiz bedeniydi. Her ölümlü gibi o da kendisi için
tayin olunan vakte kadar yaşadı ve irtihal etti. Kendisine Allah’tan rahmet,
edebiyat alemimize baş sağlığı diliyorum. Dağlarca’nın kalemi sustu, lakin o
eserleriyle yıllarca, belki asırlarca bizimle konuşmaya devam edecek..
“ Bir
kuştu / Allı allı bir kuş / Her tüyüne bir çiçek bağladılar / Uçmadı o…
Bir
kuştu / Mavili mavili bir kuş / Her tüyüne bir boncuk bağladılar / Uçmadı o…
Bir
kuştu / Yeşilli yeşilli bir kuş / Her tüyüne bir çocuk kordelası
bağladılar/Uçtu o.”
Dağlarca, bu
mısralarında dile getirdiği “her tüyüne bir çocuk kordelası bağlanmış bir kuş”
gibi rindlerin özlemle beklediği “asude bir bahar ülkesine” uçtu gitti.
Dağlarca,
asrın en büyük şairlerinden biriydi. İsmiyle müsemma bir kişilikte,
faziletli,güzel ve dağlar gibi yüksek bir ufka sahipti. Doksan dört yıl
şahitlik ettiği insan ruhunun, yaşamının binbir çeşit haline tercüman oldu.
"Sanat eseri hem bir saat gibi içinde bulunduğumuz zamanı, hem de bir pusula
gibi gidilmesi gereken yönü işaret etmelidir." anlayışıyla yüz elliden
fazla eser verdi. Eserlerinde insana ve insan yaşamına saygıyı bir düstur
olarak benimseyip bu minvalde eserler yazdı.
Şiirinde
hiçbir şairden etkilenmemiş, hiçbir edebi topluluğa katılmamış, hiçbir edebi
akımın da tesirinde kalmamıştı; bağımsız ve özgündü. Peki 1967’de ABD’deki
Milletlerarası Şiir Forumu tarafından “En İyi Türk Şairi” seçilen Dağlarca şiirlerinde neyi anlattı?
Dağlarca’nın şiir anlayışını yine onun sözleriyle aktarayım:
“Görünenle
Olmak
Düşünmek
Görünmeyenle.”
Ses bayrağı
olarak gördüğü dilinin,yani Türkçenin sevdalısıydı. Şiirlerinde geleneksel
şiirimizin berrak,duru,içtenlikli Türkçesini, ince ve derin imgelerle
yoğurabilmeyi başarmıştı. Bir
röportajında, “Ayrılığın acı veren, acı verecek başka bir büyüklüğü var. Ki
bunu saydıklarımın üstünde tutarım: Türkçe’den ayrılmak!” demişti.
“Farkında
değil gönül
Sanki
hepten divane
İçimizden,
dışımızdan
Geçer
vakit
Zalim,
zalimane!”
Geçti vakit,geçti zalimane ve “Çoçuk
ve Allah”ın şairi: “Ya Allah / Ya Allah derim ki /
Titrerim / Kara sesimden / Ya Allah… Ya toprak ko beni gideyim gideyim /
Varmışların ardına öcül öcül / Ve küçücük ve eski ve yırtık bayraklar
arasından, / Ya gök / Al beni." diyerek hayata gözlerini yumdu.
Gitmeden
önce evinin müze ve kafeterya olarak kullanılmasını, adının da “Dağlarca’dan
Gökyüzü” olmasını istemiş ve “Buraya gelenler, benim
gökyüzüme baksınlar istiyorum.” diye vasiyette bulunmuştur. Artık o,
Dağlarca’dan Gökyüzü’nde yaşayacak.
“Kelecilerin pişirgil / Yaramazın şeşirgil / Sözün
us ile düşürgil / Dimegil çağ ede bir söz” demiş söz söyleme erdemini yerli yerince, usûlüne göre ve usla
kullanmanın ehemmiyetine binaen, söz üstadı
ve gönül sultanlarından Yûnus Emre. Sözü pişirip diyerek hem sözün şerefini hem
söz söyleme istidadına mazhar olmuş en şerefli varlıktan olarak yüzünü ağ,
işini ve adını sağ etmiş yüzyıllar boyunca. Söze yine Yûnus’la başlamak
istedim. Niye mi? Batılıların incipit dediği bir metnin ilk cümlesi o metinlerin
bir anlamda kaderini de biraz ve belki de ekseriyetle tayin ediyor. Okuyucu -hele
de bizim memleketimizdeki gibi bir metni sonuna kadar okumaktan pek hazzetmeyen
veya imtina eden diyelim – o ilk cümleyle ya bağlanır kalır metne ya da hallice
zaplar gider. Yalnız benim derdim değil bu, incipit meselesi üstelik. Kitapların
ilk cümlelerini toplayan, tasnif eden edebiyat meraklıları, sırf bu iş için
internet siteleri dahi kurmuşlar. ‘Has edebiyata katkısı’ olduğu
düşünülen kitapların ilk cümlelerini derliyor bu siteler. İlk cümlenin hem okur
hem de yazar için kışkırtıcı bir yanı var, kitabın sesini ele verir. Gabriel
Garcia Marquez, kitabın ilk cümlesinin metnin tamamı için bir laboratuvar
görevi gördüğünden söz eder. Ben ise söze Yûnus’la başladım, zira ‘’Satırdan
sadıra(kalbe) yol gider’’ fehvasınca kendini gönüller yapmaya adamış ve bunda
da Hakk’ın inayetiyle bihakkın muvaffak olmuş bir sühan sultanına telmihte
bulunarak söz memalikinde-sahasında bir sarayın gölgesinde varid olan
sözlerimle belki var ve umulur ki bencileyin yaralı gönüllere yâr olurum.
“Kaygı yoksa, insan da yoktur, yok olmaya mahkûmdur.
Kaygısız insan, ayakta durma zeminini çoktan yitirmiş bir makineden, kolaylıkla
oraya buraya sürüklenebilen bir robottan başka nedir ki!” diyor Yusuf Kaplan. Damarlarında insan olmanın, yeryüzünün kendisine
musahhar kılındığının bilincinde olmanın getirdiği erdem ve yükümlülük
duygularının hasis bir şekilde dolaştığı gönlü ve aklı münevver kişiler
fenerleriyle yol bulurlar ve yol gösterirler istidatlarınca, karınca kaderince.
Evet,
kaygı ve duygu yoksa insan da yoktur..ve zamanın bize sunduğu teknolojik
imkanlar içinde robotlaşan insanoğlu… dünyadan, hayattan kopuk, kendi dünyasına
ve yaşadığı dünyayı anlamaya, gidişatını değiştirmeye, güzelleştirmeye, iyileştirmeye
dair en ufak fikri olmayan ve daha da elîmi fikir edinmeye cehd etmeyen bir
sürü genç dimağ…Kendini hayatın akışına teslim etmiş, yalnız ene’sinin heva,
heves ve hazlarını tatmin için maddî olarak bol kazanç sağlamak gibi sığ ve
salt seküler bir hedefin nâdan yolcuları.. Evet nâdan, yani bilgisiz, cahil.. Parmenides’in
(1) dediği gibi “ne kokar ne bulaşır cinsinden yararsız insan”. Başkalarının
görüşleri istikametinde yaşayan, hayatının başkaları tarafından determine
edilmesine ses çıkarmayan bireyler. Görüşü olmayan dolayısıyla idealleri,
yaşadığı dünyaya dair tasavvurları bulunmayan, amorf yaşam sahipleri..
Bu
bir distopya(2) mı? Yani anti ütopya.. İnsanlar, yıllar yılı hayaller kurdular
yaşamlarına dair, yaşadıkları dünyaya dair..Kimi zaman gerçekçi, kimi zaman
ütopik.. Hayal kurmak, insanı motorize eder, önce tefekküre sonra eyleme
yönlendirir. Hayal kuran demeyeyim bir “aksâ'l-ğayât”ı, gayesi, hayâli olan
insanın idesi, ideali yani bu hayata dair söyleyeceği sözü vardır.
“Hakikaten çok yazık,
zihninde cevabı olmayan bir tek soru bile yok!Ah, bir olsa, bari şöyle olsa,
bile diyemiyorsun, zira hayal nedir, arzu nedir, dilek nedir, umut ve ümit
nedir hiç bilmiyorsun! Düş de göremiyorsun bu yüzden. Bir nida dahi kopup
gelmiyor ki gaipten! Senin gaibin bile yok dostum. Neyin varsa el altında, göz
altında. Ne garip ki her şey malumun. Sorun da burada ya, senin meçhulün de
yok, her şeyin malum.”
diyor Dücane
Cündioğlu bir yazısında. Evet her şeyin malum olduğunu zannediyor, düşünüyor
bilgi çağının nesli. Zahir, bilginin çoğaldığı, ancak ne yazık ki âlimin
azaldığı ahir zamandayız.. ve bu zamanın hastalığı her şeyi hoyratça
tüketmek..Bilgi de lazım olduğu kadar ve muvakkat olarak kullanılıp atılıyor,
sahip olunmadan sadece yüklenilerek..İlmin kıymet-i harbiyesi bu memlekette
artık sınavda çıktığı kadar.. Bu kadar dar bir afak çizerseniz sınırtanımayan
bir olguya, eldevarınız elbette ki niteliksiz, yalınkat nicelikler olacaktır.
Bu nicelikten çıkar mı yeni Yunuslar, Mevlanalar, İbni Sinalar, İbni
Haldunlar?.. Bu eğitim sisteminden mütefekkir çıkar mı? Ya âlim, sanatçı,
yazar, hele de ârif..Tabii ki zor, çok zor.. Ancak kişinin yoğun gayretleriyle
belki.. Her bireyi aynı gören ve hepsine aynı yaklaşımla muamelede bulunan bir
mantığa dayalı bir sistemden ne beklenebilinir ki!.. Adı “müfredat” olan; yani müfred için, fert için bireyselleştirilmiş
olarak hazırlanmış olması gerekirken tek
merkezden, tek-el’den çıkan, bireyin farklılıklarını törpüleyip hepsini aynı
tornadan uni-formda çıkarmak isteyen bir eğitim programı mantığı ile -ne kadar
cilalanırsa cilalansın- hangi doğru hedefe ne oranda varılabilir?
Hele de
çoğunlukla malumatı ilim zanneden, isminin önünde cafcaflı unvan sıfatları
bulunan, ilimden-irfandan bihaber, sadece malumatfuruşluk yapan
uygulayıcılarınız varsa.. Üstelik söz konusu malûmat sahipleri, kendilerini en büyük
âlim mesabesinde görüyorsa.. Merhum üstad Necip Fazıl, bunları, çölde bir
çukurda birikmiş deve idrarındaki saman çöpüne binip kendisini okyanusta
transatlantikte sanan karıncalara benzetirmiş..
Peki, hırsızın
hiç mi suçu yok hocam diyor çocuk? Haklısın çocuk, senin bunda suçun yüzde hiç.
Hayfa ki bunu böyle yaptıran da , sana bu dar elbiseyi biçen de bizleriz.. Ama
şoven duygularla biz toz kondurmayız yine kendimize; çünkü yaptığımız her şey
zahiren kitabına uygun ve tutarlıdır. Peki ya bu tutarlılık, istikbalimizi
kurtaracak mıdır? “Şu kısa yaşamın dar sokaklarında dolaşırken elinde tuttuğun
tutarlılık şemsiyesinin seni ıslanmaktan koruyacağına itimadın öyle tam ki paçalarının
çamur içinde kaldığını fark etmiyorsun bile.” (D. C.)
ve düşer zihnimin fonuna bir beste, aheste:
“ Benim bu
derdim / Ne yağan yağmurda / Ne yalancı sonbaharda / Ne bomboş sokaklarda…”
Ve dillenir mısralar Orhan Veli’den, yeniden:
“Ağlasam
sesimi duyar mısınız, / Mısralarımda / Dokunabilir
misiniz, / Gözyaşlarıma, ellerinizle?”
Kızıl havaları seyreden
gönül, bilir ki akşam olmakta ve ruha dolan gizli bir dil der ki:
“Eğilmiş
arza, kanar, muttasıl kanar güller
Durur
alev gibi dallarda kanlı bülbüller”
Klasik
edebiyatımızda gül birçok yönüyle şairlere ilham kaynağı olmuş, gül metaforu
çerçevesinde birçok imge(mazmun) oluşturulmuş. Kanayan bir güldür aşığın
gönlündeki yaralar…Yarası olanın derdi vardır.. Derdi olanın söyleyecek sözü...
Evet memleketler de insanlar gibidir..biz de yaralanarak, yaralarımız
kanayarak büyüdük..Hatta yaralı ve endişeli gönüllerle büyük inkişafların ve
terakkilerin ışığında “gelip dünyaya medeniyet nedir öğretmişiz.” Ben şahsen gecenin
davetçisi akşam kızıllığının hengamesine dalıp aydınlık yarınları muştulayan
bad-ı sabayı unutan Ahmet Haşim gibi ümitsiz değilim.. Benim ümitsizlik
diyarına meskun veya medfun hayallerim yok..Yaralarım kadar her dem taze
ümitlerim.. Çünkü biliyorum İskender Pala’nın dediği gibi yedi cılız başak ile yedi semiz başağın hikâyesidir
bu, yirmibirinci yüzyılda tecelli eden. Kıtlığın Yusuflar eliyle bolluğa
döndürülmesinin tekrarlanacak hikâyesidir. Bizim bu hikayenin neresinde ve ne
kadarında olacağımız ne kadar yaralı olduğumuza bağlı..(3)
Dipnotlar:
1. Mantık diyalektik'in ilk kullanıcılarından
olan Antik Yunan felsefesinde rasyonalizm geleneğinin ilk filozoflarından biri
2. Distopya, (anti-ütopya Yunanca dystopia)
çoğunlukla ütopik bir
toplum anlayışının anti-tezini
tanımlamak için kullanılır.
3. Müşkülpesentlik
değildir ne niyetim ne de ahvalim.., Hiçbir şeyi beğenmeyip her şeye bir kulp
takan, sürekli eleştiren ve hiçbir şey üretmeyen, çare aramayan bir zihniyetten
de Allah’a sığınırım. Eğitimin tüm aşamalarında nasıl olması gerekliliği ile
ilgili fikirlerimi inşallah daha sonra serd edeceğim.
“Güneş her gün
daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz.” diyor Alev Alatlı.
14 milyar yıl önce yaratılmış kainat.. İnsanoğlunun ise Âdem babamızdan
beri kaç milyon ya da kaç bin yıldır var olduğu meçhul.. Şurası muhakkak ki
âlem insana musahhar kılınıncaya kadar belki milyar yıllarla ifade edilebilecek
çok uzun bir süre geçti. Ve sonra Mehmet Âkif üstadın “Esîrindir
tabîat, dest-i teshîrindedir eşya; senin ahkâmının münkàdıdır, mahkûmudur dünya” dediği zübde-i âlem, yani alemlerin özü olan insan var edildi..
“Meleklerden
büyük, hem çok büyük tebcîle mazhar”
olan, dağların yüklenmeye çekindiği “tekâlîfın emânet-gâhı” olan insan, ahsen-i
takvim ile yaratılmış olmanın sırrıyla akıl, düşünme, kıyaslama, analiz; idrak,
kavrama, fark etme, sentez; hıfzetme, kaydetme; gönül, hissetme; irade, temyiz;
konuşma, yazma, icra, ifa, inşa, ihya
gibi birçok cevherle, meziyetle mücehhez kılındı.. Bütün bunlar insanın
yeryüzünün halifesi olmasını sağlayacak hususiyetleriydi..
İşte kendisini diğer
yaratılmışlardan üstün kılan bu hasletlerin şerefli ve izzetli bir üstünlük
olması için ve tüm bu hasletlerin gün yüzüne çıkabilmesi için insan, kazanın ve
belanın olmadığı cennetten dünya denen dönek ve denî-alçak yere gönderildi.
Nazan
Bekiroğlu’nun
dediği üzere: “Hangimiz, balçık bedeni
yaratılmışların en üstünü kılacak olan kutsal nefese, özgür iradeye hayır
derdik? Hangimiz insan olmanın şerefli bilincine, kansız olaysız bir masumluk
halini tercih ederdik? Demem o ki dağların, taşların taşımaya takat yetiremediği
teklifi hangimiz reddederdik?” Ya da şöyle diyelim, hangimiz düşmezdik bu
kara sevdaya?
Tüm bu
meziyetleriyle insan, ya “eşref-i mahlukat” olmak için “iyilik, doğruluk, adil
olma, yardımlaşma, hakça paylaşma, emin olma,
merhamet, insaflılık” gibi erdemlerle hareket edip insan-ı kamil olma
yolunu seçecek ya da kendisini “esfele safilin” kılabilecek birçok menfi temayülüyle
“ihtiras, şehvet, adavet, ihanet, zulüm, azgınlık, taşkınlık, hoyratlık, bağnazlık,
insafsızlık, vicdansızlık, aldatma, katletme, yıkma, yağmalama, bozma, yok etme”
yolunu seçip belhum edall olacak..
Yaradan, bu
dualiteyi vahidiyet sırrı mukabilince “iki
eliyle yarattığı” insanda cem etti. Yani insanın bir tarafı ulvî, bir
tarafı suflî.. Bir tarafı cennet, bir
tarafı cehennem.. İnsan var olalı beri gerek her bir birey, gerekse kavim,
hizip, grup ne derseniz deyin hep bu dualitenin bir yerlerinde ve hep aynı
olgularla imtihan edilir durur.
Evet imtihan olunan
olgular, belalar hep aynı.. Sadece zaman, zemin ve araçlar değişiyor.. Karşılaşılan,
yaşanılan her olayda ve durumda verdiğimiz tepkiler, aksülamelimiz,
reaksiyonlarımız kayıt altına alınıyor.. (1)
“İnsandır
sanıyordum mukaddes yüke hamal;
Hamallık
ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal.”
Üstad Necip Fazıl’ın bu mısralarında “sanıyordum”
ifadesini kullanması ne garip, değil mi? Veya Birinci Dünya Savaşından sonra olan biten karşısında şaşkına döndüğünü
itiraf eden Rus sosyolog Pitirim Sorokin: “Beklediğim
barışın tekâmülüydü, savaşın değil. Toplumun barış içinde yeniden
düzenlenmesiydi, kanlı ihtilaller değil. Merhametti, kitle katliamları değil.
Arıtılmış demokrasilerdi, otokratik diktatorya değil. Bilimin ilerlemesiydi,
propagandanın ve gerçeğin yerine geçen otoriter sloganlar değil. Her cephede
ilerlemeydi, barbarlığa geri dönüş değil.”
Bende de dünyanın,
insanlığın geldiği şu noktada aynı şaşkınlık hali var. Güneşin her gün daha
mütekamil bir dünyaya doğmadığı çok açık..
Neredeyse bilaistisna her gün tanık olduğumuz cinayetler, katliamlar,
terör saldırıları, çocuk ve kadın katilleri.. Daha insanca bir yaşam umutlarına
duvar örülen veya denizde boğulmalarına, bombalarla yakılmalarına, yok
edilmelerine göz yumulan, açlığa-sefalete mahkum edilerek can veren insanlar…(2)
ve bütün bunlara ashab-ı uhdud(3)
gibi sebep olan veya seyirci kalan insanlık..
“Hayâtın
eksik olmazken ağır bin bârı arkandan;
Ölümler,
korkular savlet ederken hepsi bir yandan;
Şedâid
iktihâm etmekte müdhiş bir mekânetle,
Yolundan
kalmayıp dâim gidersin... Hem ne sür´atle!”
Sür’at ve haz
çağının insanları Mehmed Âkif’in dediği gibi ne yaşanırsa yaşansın yolundan
kalmıyor, yaşamına hiçbir şey olmamış gibi devam edebiliyor.. Korkunç olaylar
kalbini ürpertmiyor, acı olaylar acı vermiyor.. İnsanlığa kasteden her şey olağanlaşıyor, her olay sadece bir
takvime, bir istatistiğe dönüşüyor..(4) ve bu kayıtsızlık hali, bu
sağır-kör-dilsiz tutum gün geçtikçe yaygınlaşıyor.. İyiliği emreden, kötülüğü
nehyeden, hayra çağıranların sayısı her geçen gün azalıyor veya sesleri kısık,
sözleri eksik.. Ahval ve şerait, Fuzuli’nin
bundan dört asır önce söylediği minval üzere ne yazık ki: “Dost bî-pervâ, felek bî-rahm, devran bî-sükûn, dert çok, hem-dert yok,
düşman kavî, tâli' zebun.” Fıtratı bozulmamış olan, vicdanı körelmemiş
olanlar, egemen ahkâmın öğrettiği öğrenilmiş çaresizlik içinde kıvranıyor.
“Ben
merd-i meydan
yani toprağın ve kanın gürzü
güllerin bin yıllık mezarı bendedir..”(5)
Bediüzzaman
Hazretlerinin
“Hücumât-ı Sitte” dediği “hubb-u cah, korku, tamah, ırkçılık, enaniyet-menfaatperestlik
ve tenperverlik” olgularının tasallutu altında bugün insanlık.. Binler yıllık tarihin birikimine,
bilim-teknoloji-iletişimin ulaştığı zirvelere rağmen, güya aydınlanmış
zihinlere, varılmış en medeni düzeye,
düzene rağmen hâlâ insanlığın kaderine bu olgular yön veriyor.. yani bütün
yollar aynı hakikat kapısına varıyor: Tarih,
tekerrür ediyor..
Ve bu durumda
sineçak gönüller şöyle terennüm ediyor:
“Gül
hazîn... sünbül perîşan... Bâğzârın şevki yok..
Derdnâk
olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok..
Başka
bir hâletle çağlar cûybârın şevki yok..
Âh
eder, inler nesîm-i bî-karârın şevki yok..
Geldi
ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!” (6)
Ama her hal ü kârda
yine de biz hüznün, ümitsizliğin perdelediği gamnak gönlümüze hamsütlere inat Karacaoğlan gibi bir ihtar ya da
tahattürde bulunalım:
“Yiğit
yiğide yar olur,
Kötülerde
ham süt olur,
Kara
gün ömrü az olur
Gamlanma
gönül gamlanma”
(6)
Dipnotlar:
1.
“Eyvah bize, Nasıl olmuş da bu defter, küçük büyük hiçbir şey bırakmayıp
hepsini toplamış…” (Kehf, 18/49)
2.
Bazen diyorum ki eskiden iletişimin bu kadar
yaygın ve etkili olmadığı çağlarda insanlar sadece kendi muhitindeki
acılara, ölümlere şahit oluyordu ve bu kaldırılabilir bir yüktü belki de.. Ancak
yaşadığımız bu meş’um devirde her gün hatta her saat diliminde kötü ve acı olayların,
zulümlerin, ölümlerin şahidi oluyoruz. Şahit olduğu her meselenin bir
mes’uliyet doğurduğu şuurunda olanlar için bu yük çok ağır.. Hele de iyiliği,
doğruluğu, adaleti yaşatmanın kor ateşi yalın elle tutmak kadar zor olduğu bir
devranda.. Gönül belki bu yüzden biraz mahzun ve bedbin..
3.
Hendeklere doldurdukları ateşlerle inananları diri diri yakan ve bu olaya
seyirci kalanların helakini anlatan kıssa Buruc sûresinde anlatılır.
4.
Yaşananlar, tarih olmuyor. Çünkü tarih kelimesi “ruh” kelimesiyle aynı kökten.
Ruhu olanların tarihin ruhundan dersler çıkarması ve dolayısıyla da olguların
tekerrür etmemesi gerekir. İbret alınmayan geçmişe tarih değil takvim ya da
kronoloji denebilir ancak.
5.İsmet
Özel
6.
Recaizade Mahmut Ekrem
7.
Şimdi bazı okuyucularım diyecek ki ya bu Mesut hoca da “Bizim çocuk bina okur,
döner döner gene okur.” misali hep aynı mevzular etrafında dönüp duruyor..
Vukuat öyledir hakikat, çünkü dünya da hep aynı mevzular etrafında dönüp
duruyor.. mazur görün..
“Kişinin
değeri nedir?” diye sorarlar Mevlana’ya,
o da cevap verir: “Aradığı şeydir!” Ve aranması gereken şeyi de şöyle tarifler:
Senin canın içinde bir can var, o canı ara! Beden dağının içinde mücevher var,
o mücevherin madenini ara!
Evet
her insanın içinde bir cevher var, mücevhere dönüştürülmeyi bekleyen.. Hiçbir
şeyi maksatsız yaratmayan Rabb, Rahmanî nefesiyle can verdiği ve yeryüzüne
halife olarak gönderdiği hiçbir insanı boş yere, vasıfsız, niteliksiz,
yeteneksiz yani cevhersiz yaratmamıştır.. Her bir insanın kendine münhasır, kendini
özel ve değerli kılacak bir veya birden çok meziyeti, mahareti, istidadı
vardır.
Harward
Üniversitesi öğretim üyelerinden Howard Gardner
tarafından 1983 yılında geliştirilen ve bugün ülkemizde de ders programlarının
şekillenmesinde dayanak noktalarından biri olan çoklu zekâ kuramına göre de zekâ,
“içinde yaşanılan toplumda faydalı bir şeyler yapabilme kapasitesi, her insanda
kendine özgü bulunan yetenek ve beceriler bütünü” olarak tanımlanır. Kişi bu becerisini
bulunduğu ortama, mekâna, zamana göre geliştirir. Her birey sahip olduğu zekâ
türleriyle birlikte farklı bir öğrenme, problem çözme ve iletişim kurma
yöntemine sahiptir. Yani her insan, her can özeldir, yeteneklidir,
değerlidir ve her bir bireyin kâinatta varoluşsal olarak doldurduğu,
dolduracağı anlamlı bir yeri vardır. İşte her insanı değerli ve anlamlı kılan bu
“özel”liklerin, özünde var olan cevherlerin inkişafı, ortaya çıkarılması ve
işlenmesi, geliştirilmesi sürecine de eğitim diyebiliriz.
İmam-ı Azam, eğitimde maksadın; insanın
kendi lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesi olduğunu söylüyor. Bunu şöyle
de anlayabiliriz, insanın kendinde olanı ve olmayanı bilmesi ve ona göre
hayatını şekillendirmesi sürecidir eğitim.
“Her şey akla
muhtaçtır, akıl da eğitime.”
diyor Hz. Ali. Toplumsal bir varlık
olan insan, yaratıldığı, içinde bulunduğu kültürel, sosyal çevreden bağımsız
olarak düşünülemez. Bu yüzden eğitim, informel olarak insanın bir aile
ortamında hayat bulması ile başlıyor ve hayatının ölümle nihayet bulmasına
kadar aile, sosyal muhitler, kurumsal yapılar içinde devam ediyor. Bu, işin eskilerin “terbiye” dediği yani eğitim boyutu, bir de madalyonun öteki yüzü
var, “talim” yani öğretim.. İşte bu
boyutta bütün toplumlarda belirlenmiş amaçlar, hedefler, yöntemler, formel
yapılar ve süreçler devreye giriyor..
Tarihte
müesses nizamı olan bütün toplumlar, kendi varlığının sürgit devamı için, daha
müreffeh olmak için istikbalini oluşturacak nesillerin sosyal düzen içinde yer
alacağı ve kendi kültürel irfanını yaşatacağı bir eğitim-öğretim sistematiği
öngörmüşlerdir.
Ülkemizde
de Selçuklu, Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine,
geçmişten günümüze yukarıda bahsettiğim devletin, toplumun ve bireyin ihtiyaçlarına,
amaçlarına matuf birçok eğitim sistemi uygulanagelmiştir. Selçuklu döneminde birçok ilin ilim ve kültür merkezi olmasını
sağlayan Nizamiye Medreselerinin yanında devlet yönetimi alanı için atabeylik
sistemi, halkın mesleki eğitim ihtiyacını karşılamak üzere ise ahilik
teşkilatları önemli rol oynamaktaydı.
Osmanlılarda ise medrese temelli eğitim
modeli özellikle Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde
sistematize edilmiş ve ilköğrenim Sıbyan mektepleri, orta ve yükseköğrenim ise
umumi veya ihtisas eğitimi veren medreseler aracılığı ile sağlanmıştır. {Haşiye-i
Tecrit(Yirmili), Miftan(otuzlu),Kırklı , Ellili, Altmışlı Medreseler, İhtisas
Medreseleri (Darul Kura, Darul Hadisler, Daru’ş şifalar), Sahn-ı Seman
Medreseleri, Süleymaniye Medreseleri} Bu medreselerde kısm-ı evvel, kısm-ı sani
ve kısm-ı âli olmak üzere toplam 12 yıllık bir eğitim-öğretim sürecinde dini
ilimler, en az üç dil, sosyal ve fen bilimler alanlarında dersler okutulmuştur.
Tanzimatla
beraber ihtiyaçlara binaen ilk ve ortaöğrenimde İbtidailer, Rüştiyeler,
İdadiler, Sultaniler, yükseköğrenimde ise daha çok Batılı öğrenim kurumlarını
takliden bugünkü üniversite ve yüksekokullara tekabül eden Daru’l Fünun,
Mektebi Mülkiyeyi Şahane, Mektebi Tıbbiyeyi Mülkiye, Mektebi Hukuki Şahane,
Hendeseyi Mülkiye Mektebi ve Ziraat ve Baytar Mektebi gibi kurumlar açılmıştır.
Cumhuriyet
döneminde ise
malum-u âliniz üzere kurucu iradenin kararıyla medreseler ve yaygın eğitim
kurumları olan tekke ve zaviyeler kapatılmış ve öğretim tamamen merkezden
yönetilecek şekilde birleştirilmiştir. Burada şu hususa da değinmek elzem.
Cumhuriyet’in kuruluşu ile beraber devlet nizamının tesisinde tamamen Batı’ya
teveccüh edilmiş, ideolojik reflekslerle toplumsal hayatı düzenleyen birçok
kanun Batı’dan ithal edilmiş ve bu minvalde inkılaplar yapılmıştır. Bunlardan toplumu
en çok etkileyenlerden biri ise harf inkılabıdır.
Geçmişle,
tarihten tevarüs eden birikimle bağın neredeyse tamamen kopmasına neden olan bu
uygulama ile halk cehalete mahkûm edilmiştir. 1927’de Türkiye’deki okur-yazarlık
oranının % 8,1 olduğu söylenir. Tarihçi Kemal Karpat’ın bulguladığı verilere
göre 1894-95 yıllarında okur-yazarlık oranı ülke genelinde %66,2’dir. Hatta bu
oran Diyarbakır gibi bazı illerde %90’lara bile çıkıyordu. Yani bazılarının
iddia ettiği gibi cumhuriyet büyük oranda cahil bir halk devr almamıştı.
Bunun
başka bir örneği ise gazete, dergi tirajlarıdır. 1908-1914
arası çıkan gazete ve dergi sayısı 801’dir. Tiraj ise yaklaşık 100 bindir.
1928’e gelindiğinde ise gazete ve dergi sayısı toplam 50’lere düşer ve tiraj 20
bin dolaylarındadır.
Şerif Mardin cumhuriyetin ilk yıllarında klasik
lise ve üniversite eğitiminin, cumhuriyetin yönetici seçkinler tabakasına
eleman devşirmek üzere düzenlendiğini, liseye ve daha sonra üniversiteye giden
köylü, esnaf ve zenaatkar çocuklarının sahip oldukları kültürel hamulenin
unsurlarını kaybedip bunların yerine milliyetçilik, devlet kapitalizmine inanç,
Batılı terbiyeyi koyduklarını söylüyor. Siyasal ve toplumsal değişmelerin
yaşandığı sonraki yıllarda ise bu elit devşirme ve yetiştirmeye dayalı sistemin
çöktüğünü ve şehirlilerin kırsallaşması, toplumun de-elitization:elitsizleşmeye
uğraması sonucu Durkheimcı eğitimin
normatif amacından uzaklaşılarak kopya ettiği Batı Avrupa eğitim kurumlarının
sahip olmadığı bir çerçevede ilerlediği tespitini yapıyor. Son tahlilde ise eğitim kurumlarının geleneksel
bütünleştirme mekanizması içinde saf dışı bırakılmış olan şeyi yeniden
mecrasına sokamamış olduğunu belirtiyor. Saf dışı bırakılmış olan şey ise ne
gariptir ki kendi toplumunu, kültürünü içselleştirme olgusu. Böyle olunca kendi
toplumunu tanımayan, kendi kim’liğini tanımlamamış seküler amaçların nadan
yolcuları olmaktan öteye gidemeyen nesiller ortaya çıkıyor.
“Hafızasını kaybeden bu zavallı nesilleri biz
mahvettik, bu cinayet hepimizin eseri..” diyor üstad Cemil Meriç. Son
demlerde müfredat değişiklikleriyle bugüne kadar ihmal edilen toplum hafızasını
yeniden canlandırmaya matuf hamleler yapılmaya başlandı. Bu çok olumlu bir
gelişme olmakla beraber kanaatimce sadece müfredatla sınırlı olmayan, jakoben
ve merkeziyetçi felsefenin sınırlandığı, işin içine sivil toplumun katılacağı,
akademik çevrelerin de bilimsel katkı sunacağı amaç, metodoloji ve sistemi
geniş çaplı revize hatta reforme eden daha etraflı çalışmalar yapılması
gerekmektedir. Bu, tarihten tevarüs eden misyonumuza, jeopolitik, kültürel
kimliğimize uygun bir anlayışla yapılmalıdır.
“Gençlik yapayalnız, her etkiye açık. Gençliği
suçlayan çok; anlayan yok! Marifet: Gençliği şah damarından yakalamak, ruh
aşısı yapmak!” diyor Yusuf Kaplan bir yazısında. İşte gençliğe bu
coğrafyanın çocuğu olarak hem kendini doğru tanıyacağı ve gerçekleştireceği hem
de istiklalini koruyacağı, istikbalini şekillendireceği bir şuur aşılayacak bir
eğitim modeli sunmak önümüzde duran kaçınılmaz bir vazifedir. Bunu
başarabildiğimiz takdirde belki de yazının başında değindiğim Mevlana’nın
“canlar içindeki canı” arayıp bulma hedefine de yaklaşmış oluruz.