Geçenlerde okuduğum bir
kitaptan bir cümle: "Ey felaket, helaket asrının adamı, senin de reyin(görüşün)
var, fikrini beyan et!" Bu cümlenin muhatabı olan zâtı ve kâinatla-insanla
ilgili birçok mesele hakkındaki eserlerini ve görüşlerini manevi öğrencisi olma
gayretinde olanlar bileceklerdir. Size bir ipucu vereyim, geçtiğimiz günlerde
ahirete irtihal eden, toplum- siyaset-din - modernleşme konularında ufuk açıcı
eserleri olan mümtaz ilim adamı Şerif Mardin’in de kendisi hakkında bir kitabı
var.
Felaket ve helaket(yok oluş)
asrı, çağı.. Tarihin gidişatı, insanoğlunun kendi elleriyle, kendi ilmiyle,
kendi ihtirasıyla yaptıklarının kendi sonunu hazırladığını mı gösteriyor?
Bilim, fen ve teknolojideki bunca terakki, ilerleme, gelişme daha medeni, daha
adil, daha insancıl bir dünya için değil mi? Yoksa dünyaya egemen olan Batı
medeniyetinin insanlığa altın tepside sunduğu temel ideolojileri olan “laissez
faire: bırakın, yapsınlar” anlayışına dayalı liberalizm; parayı, metayı, kapitali,
menfaati putlaştıran kapitalizm; inancı, kutsalı, ahireti yok sayan, dünyevî
yaşamı cennetleştirme amacında olan sekülarizm, hakikatte insanlığın felaketine
ve helaketine çanak mı tutuyor?
Yoksa Fukuyama, “tarihin sonu”” derken “ideolojik anlamda insanoğlunun
varabileceği son nokta”yı değil de yeryüzünün tüm kaynaklarını çılgınca tüketerek,
insanoğlunun tüm değerlerini yozlaştırarak “insanoğlunun sonu”nu getiren bir
zihniyeti mi kastediyordu? Veya dispensationalizm-tertipçilik inancına sahip
evanjelistler kendileri için “vecd”, diğer insanlar için “büyük azap” olarak
gördükleri dönemin gereklerini yerine getirerek “zamanın sonu”nu mu getirmeye
çalışıyorlar?
Zihnimin fonunda Ahmet Kaya var: Nedir bu başımdaki felaket, kırk
yıldır sefalette bu Ahmet.. Dünyanın pek çok yeri savaş, terör, soykırım,
açlık, hastalık, sefaletle anılıyor; insanların çoğu yaşamak ya da insanca
yaşamak mücadelesi verirken pek bir azı, azınlığı sefahat içinde para ve mülk
edinme ekseninde dönen güç ve iktidar mücadelesi veriyor.
Playlistte sıradaki şarkılar, yine Ahmet Kaya’dan:
1.Bu ne yaman çelişki anne, bu ne yaman çelişki anne, kurtlar sofrasına
düştüm, hani benim gençliğim nerde?
2. Dostum dostum, güzel dostum..Bu ne beter çizgidir bu, bu ne
çıldırtan denge, yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe...
“Ziya, değmez humarı keyfine
meyhane-i dehrin, Bu işretgâh'ta ben çok durmadım ammâ neler gördüm.” diyor ya Ziya
Paşa, aynen öyle.. Kimileri için işretgah olan bu yaman çelişkilerin
mezbelesinde hiçbirimiz çok durmayacağız ama daha neler göreceğiz, neler
yaşayacağız Allah bilir.
İşte tam bu noktada “Fe eyne
tezhebun: Nereye bu gidiş?” deyip aynayı kendimize çevirmemiz gerekiyor. “Kimliğimiz,
kültürümüz, dilimiz… Neredeydik, neredeyiz, nereye gidiyoruz? Bir yanda
ırkçılık, sömürgecilik, savaşlar; bir yanda Goethe, Michel Ange, Mozart… Peki,
hangi batı?” diyor Attila İlhan “Hangi Batı?” kitabında.. Evet, hangi Batı, hangi Doğu, biz kimiz,
kim’liğimiz ne ifade ediyor? Neredeyse iki yüz yıllık serüvenin getirdiği yaman
çelişkilerin kördüğüm olduğu bu noktada artık bir karar vermemiz gerekiyor. Ne
kadar Doğuluyuz, ne kadar Batılıyız? Dünyanın neresindeyiz? Hegemon güçlerin
bizi öyle yapmak ve görmek istediği gibi kolonyal bir Ortadoğu ülkesi miyiz,
yoksa dünyaya, insanlığa daha adil, daha uygar, daha yaşanabilir bir medeniyet
alternatifi sunan bir mevzide miyiz?
Babam ve Oğlum filminde bir
replikte “Ben ne oralı olabildim, ne buralı kalabildim.” cümlesi geçiyordu.
Belki en tehlikeli, en kaygan zemin budur. Arada olmak, kararsız olmak.. Daha
kötüsünü aştık sanırım. Hani diyor ya Attila İlhan mezkur eserinde: “Lisede
Sophokles okuduk, klasik Türk sanat musikisine sövmeyi, Divan şiirini hor
görmeyi, buna karşılık devletin yayınladığı kötü çevrilmiş batı klasiklerine
körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Sanki Sinan Leonardo’dan önemsiz,
Mevlana Dante’den küçüktü, Itri ise Bach’ın eline su dökemezdi. Aslında kültür
emperyalizminin ilmiğini kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk, ulusal bileşim
arama yerine hazır bileşimleri aktarmak hastalığımız tepmişti.” Sonra da o
müthiş tespitini yapıyor: “Oysa bir kere yaptığımız batılılaşmak değildi,
ikincisi batı bizim sandığımız gibi değildi, üçüncüsü batı’nın ulaştığı yer
özenilecek bir yer değildi.”
Ve Uzakdoğu’dan bir söz:
«Ahmak, hayran olur, bağlanır, çünkü anlamaz; zeki, kuşkulanır dibini
karıştırır, çünkü anlar.” Hayran olan mı, olunan mı olmak? Teveccüh eden mi,
edilen mi olmak? Evet bir yol çizmemiz gerekiyor, kendimize has ve tarihten
tevarüs eden kimliğimize, misyonumuza yakışan..
İşe Şerif Mardin’in “tarihsel gelişmelerin serzenişle
sentezleştirilemeyeceği” noktasından başlayabiliriz. Bilge sosyolog, Niyazi
Berkes’in Türk Düşüncesinde Batı Sorunu kitabını değerlendirirken eserde
leitmotive dönüşen “ülkemizin gerek Osmanlı gerekse Türkiye dönemlerinde maruz
kaldığı emperyalist baskılar ve hunhar-küstah Batı karşısında
beceriksizliğimiz” serzenişlerinin yersizliği üzerine bu tespiti yapıyor. Bu
yol haritasını belirlemede çözüm yolu olarak ise şunları söylüyor: “Bugün biz
ne istihsal meselesini ne de sosyal adalet meselesini halletmiş durumdayız.
Bunları halledeceğimiz zaman da uzak olabilir, fakat şimdiden her iki meseleyi
halletmiş olmanın bile temel bir muvaffakiyete işaret etmeyebileceğini
düşünmeliyiz. Sosyal amaçlarımızı en derin manasında şimdiden planlaştırırsak
önde gelen iki problemin de halline yardımcı oluruz. Temel ilke olarak istisnasız
herkesin insanî potansiyelini ortaya çıkarmaya yönelmiş bir cemiyet
diyebiliriz. Görüşün esası, iktisadî ve sosyal politikaların yanında bir kültür
politikasının gerektiğidir.”
Herkesin insanî potansiyelini
ortaya çıkarma amacı olan, kendimizi ve mevzimizi en doğru haliyle tanıdığımız
ve tanımladığımız bir kültür ve medeniyet politikamızın olması kaçınılmaz bir
gereklilik. Bunu yapmak hiç de kolay değil tabii ki.. Bu amaca ulaşabilmek için
belki de öncelikle olması gereken şey, kendi potansiyellerini ortaya
çıkarabilmiş Şerif Mardin gibi, Halil İnalcık gibi, Cemil Meriç gibi, Aziz
Sancar gibi ilim adamlarının, mütefekkirlerin sayısının artacağı sosyal,
kültürel, bilimsel ortamlara sahip olmak..
Rikkatli nazarların dikkatinden kaçmadığını umduğum üzere bu şahs-ı
münevverler, Cemil Meriç üstadın deyimiyle kendi geçmişiyle bağını koparıp
Batı’nın yeniçerisi gibi hareket eden ve kendini intelijansiya addeden kişiler değil,
aksine bilge kral Aliya İzzet Begoviç’in
dediği gibi “ Batı’nın gücünün, nasıl yaşadığında değil, nasıl çalıştığında
bulunduğunu anlayan” aydınlardır ve hepsi de Batı medeniyetinin birikiminden
müspet anlamda yararlanmış, düşünceye ve bilime deli gömleği giydiren
ideolojilerin esiri olmamış fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bilge zatlardır.
Bize işte böyle “hayat-ı
içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san'atları
ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden”;
aynı zamanda “felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete
ve dalâlete sevk etmeyecek” insanlar lazım. Yoksa mütemadiyen “Hep sonradan gelir aklım başıma, hep sonradan,
sonradan..” diyeceğiz ya da Allah muhafaza “Olmasaydı sonumuz böyle..”
MESUT YOKUŞ
TDE ÖĞRETMENİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.