Sehl-i Mümteni
“İlim, ilim bilmektir.
İlim, kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsin.
Ya nice okumaktır.” demiş Âşık
Yunus çağlar aşan diliyle. Şöyle bir çırpıda söylenebilen, akılda kalabilen
duru bir dille söylemiş. İşte Yunus’u Yunus yapan özelliklerin başında gelen bu
üslubu değil mi.. Yedi asır öncesinden tüm asırlara seslenebilen bir üslup bu.
(şimdilerde üsluba “biçem” diyorlar, “biç-en” bir şey olabilir mi üslup
sevdikleriniz aşkına..) Yazımın başlığını “Sehl-i Mümteni”
koydum. Ne demek “Sehl-i Mümteni”? Anlamıyorsunuz tabii ki, gayet
doğal, çünkü bu işin eğitimini almamış olsaydım ben de bilmeyecektim. Neden mi
bilmiyoruz ? Çünkü bin yıllık veya on asırlık bir çınarın yaprakları döküldü,
dalları kırıldı.. ve bu def-i mefasid (fasit olanı, kötülükleri, zararları
bertaraf), celb-i menafi ( fayda sağlamak) için diyerek yapıldı.. Peki, bu
maksat hâsıl oldu mu? Olmadı tabii ki.. Bugün bir İngiliz, Şekspir’in
eserlerini okuyup anlayabiliyorken bizler bırakın Fuzuli’yi, Baki’yi anlamayı,
İstiklal Marşı’nı bile anlayamayacak durumdayız. Çünkü çınara aşılanan dallar
kesildi..
Her neyse gelelim “Sehl-i
Mümteni”ye.. “Zor kolay” demek.. Hem kolay hem zor, demek.. Kolay gibi görünen
ama aslında çok zor olan demek.. İşte Yunus’un yaptığı bu.. Şöyle bir bakınca,
okuyunca “Ne var canım, bunu ben de söylerim.” diyen çok kişi oldu, olacak. Ama
bir ikinci Yunus olmadı, belki de olmayacak. (Mülahazat hanesi bırakalım, ne
olur ne olmaz.. Bu millet, bağrından; bu vatan, toprağından nice cevherler
çıktı, çıkacak çünkü..)
“Aşık Yunus söyler sözü
Kan yaş ile doldu gözü
Bilmeyenler, bilsin bizi
Bilenlere selam olsun”
“Sehl-i Mümteni”yi sadece söz
söylemeye hasretmemek lazım. Kolay görünen ama aslında zor olan başka uğraşlar
da var. Mesela süreli bir yayın çıkarmak.. Hafife alınca kolaydır.. İktibas
edersiniz ordan burdan, olur size bir gazete veya dergi.. Ama maksadı hiçbir
zaman bu olmayan gayyur insanlar da var elbet.. Yaptığı işin öncelikli kriterleri
olarak özgün, özgür ve nitelikli olmasını gaye edinenler.. Özellikle
yerel- mahalli ölçekte bu mihnetli işe girişmek ve bu işi sürdürebilmek pek
müşkül.. “Kimin nazarında ve ne kadar?” kıymet-i harbiyesi var diye hesaplıca
düşünmeden; “Vicdanlı ve dürüst olmak, hesaplı olmaktan iyidir; hesap insana bir
şeyler kazandırabilir ancak vicdan daha önemli bir işe yarar, insanı insan
yapar.” demiş ya Nietzsche, işte bu minvalde hasbî niyetlerle
yola çıkanlar da var. Ve bir de Alev Alatlı’nın işaret ettiği “Hakikat
sükût suikastına kurban gidebilir, hiç söylenmemiş, dile getirilmemiş gibi
olabilir.” olmasın diye, “söz” üstün
olsun diye, “söz” yerini bulsun diye, “Bilmeyenler, bilsin bizi; bilenlere selam
olsun” diye yola çıkanlar..
"Küçük dergiler, edebiyatın,
şiirin laboratuvarıdır."
demiş Paul Valery. Sözü olanın,
endişesi olanın efkar-ı hususiyesini, hislerini meydana çıkardığı, dile
getirdiği; soyutların somutlaştığı, hengameli ve dağdağalı dimağlardan,
gönüllerden ve vicdanlardan billurlaşan, açıklığa kavuşan ve duyulmak istenen
bir sestir dergiler. Boy verir -bu âlemde- ben de varım diyenler. Kayıtsızlığa
kaydım olsun, zira lakayt olmamalı hissedebilen, tefekkür edebilen ve vicdanı
olan insanoğlu. Şeylerden bir şey değilim der sözü olan veya herkesten biri.
Bakir fikirler muhal olmasın, mahal bulsun ister ve hisler seyl-ab olmasın,
muhatabına ulaşsın..
Geçenlerde ilimizde yayın
hayatına başlayan “Kana Kalem” dergisi yayın heyetinden bir sevdalı genç ile
hasbihal ettik. “Gönlünün varamadığı yere, dilin nasıl varsın a gafil!” demiş ya bir bilge zat, bu gençler de “Kana
kalem düştü” deyip “3-5 tane gencin 1 liralık kalemleriyle
dünyanın öbür ucundaki buruk gönüllere ulaşma sevdası.” ile yola düşmüş ve ilk
sayılarını çıkarmışlar.
Ne diyordu Mevlana: “Yorulacaksan, zorlanacaksan, şikayetçi
olacaksan, keşkelere sığınacaksan, söze “ama” diye başlayacaksan, girme aşk
yoluna; aşk yolunda “u” dönüşü yoktur! Kahır, kapris gelecekse senden amenna!
Ama ayağına diken batarsa yolumda ah edip vahlanma!…Aşk bilek gücü değil
“YÜREKTİR”! Yüreğin yetmiyorsa düşme yollara!…” Sehli, mümteni kılmaya çalışanlara inat yola
düşen, Sezai Karakoç üstadın tabiri ile “herkesten biri olmanın hiçbir
şey gibi olmak” manasına geldiği şuuruyla hareket eden bu yürekleri aşkla,
iştiyakla dolu gençlere “yolunuz ve bahtınız açık olsun” diyor ve paylaştıkları
bir hikâyecik ile noktalıyorum.
“Hikâyemiz;
HERKES, BİRİSİ, HERHANGİ BİRİ ve HİÇ KİMSE adlı dört kişi hakkında...
Yapılması gereken önemli bir iş vardı.
Gerçi işi, HERHANGİ BİRİ de yapabilirdi.
Ama HİÇ KİMSE yapmadı!..
BİRİSİ buna çok kızdı.
Çünkü iş HERKES’in işiydi.
HERKES, HERHANGİ BİRİ’nin bu işi yapabileceğini düşünüyordu.
Ama HİÇ KİMSE, HERKES’in yapamayacağının farkında değildi!..
Sonunda, HERHANGİ BİRİ’nin yapabileceği işi HİÇ KİMSE yapmadığı için iş ortada
kaldı ve HERKES, BİRİSİ’ni suçladı..”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.