25 Haziran 2021 Cuma

DÖNGÜ

 


“Güneş her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz.” diyor Alev Alatlı.  14 milyar yıl önce yaratılmış kainat.. İnsanoğlunun ise Âdem babamızdan beri kaç milyon ya da kaç bin yıldır var olduğu meçhul.. Şurası muhakkak ki âlem insana musahhar kılınıncaya kadar belki milyar yıllarla ifade edilebilecek çok uzun bir süre geçti. Ve sonra Mehmet Âkif üstadın “Esîrindir tabîat, dest-i teshîrindedir eşya; senin ahkâmının münkàdıdır, mahkûmudur dünya” dediği zübde-i âlem, yani  alemlerin özü olan insan var  edildi..

“Meleklerden büyük, hem çok büyük tebcîle mazhar” olan, dağların yüklenmeye çekindiği “tekâlîfın emânet-gâhı” olan insan, ahsen-i takvim ile yaratılmış olmanın sırrıyla akıl, düşünme, kıyaslama, analiz; idrak, kavrama, fark etme, sentez; hıfzetme, kaydetme; gönül, hissetme; irade, temyiz;  konuşma, yazma, icra, ifa, inşa, ihya gibi birçok cevherle, meziyetle mücehhez kılındı.. Bütün bunlar insanın yeryüzünün halifesi olmasını sağlayacak hususiyetleriydi..

İşte kendisini diğer yaratılmışlardan üstün kılan bu hasletlerin şerefli ve izzetli bir üstünlük olması için ve tüm bu hasletlerin gün yüzüne çıkabilmesi için insan, kazanın ve belanın olmadığı cennetten dünya denen dönek ve denî-alçak yere gönderildi.

Nazan Bekiroğlu’nun dediği üzere: “Hangimiz, balçık bedeni yaratılmışların en üstünü kılacak olan kutsal nefese, özgür iradeye hayır derdik? Hangimiz insan olmanın şerefli bilincine, kansız olaysız bir masumluk halini tercih ederdik? Demem o ki dağların, taşların taşımaya takat yetiremediği teklifi hangimiz reddederdik?” Ya da şöyle diyelim, hangimiz düşmezdik bu kara sevdaya?

Tüm bu meziyetleriyle insan, ya “eşref-i mahlukat” olmak için “iyilik, doğruluk, adil olma, yardımlaşma, hakça paylaşma, emin olma,  merhamet, insaflılık” gibi erdemlerle hareket edip insan-ı kamil olma yolunu seçecek ya da kendisini “esfele safilin” kılabilecek birçok menfi temayülüyle “ihtiras, şehvet, adavet, ihanet, zulüm, azgınlık, taşkınlık, hoyratlık, bağnazlık, insafsızlık, vicdansızlık, aldatma, katletme, yıkma, yağmalama, bozma, yok etme” yolunu seçip belhum edall olacak..

Yaradan, bu dualiteyi vahidiyet sırrı mukabilince “iki eliyle yarattığı” insanda cem etti. Yani insanın bir tarafı ulvî, bir tarafı suflî.. Bir tarafı cennet, bir tarafı cehennem.. İnsan var olalı beri gerek her bir birey, gerekse kavim, hizip, grup ne derseniz deyin hep bu dualitenin bir yerlerinde ve hep aynı olgularla imtihan edilir durur.  

Evet imtihan olunan olgular, belalar hep aynı.. Sadece zaman, zemin ve araçlar değişiyor.. Karşılaşılan, yaşanılan her olayda ve durumda verdiğimiz tepkiler, aksülamelimiz, reaksiyonlarımız kayıt altına alınıyor.. (1)

“İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal;

Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal.”

Üstad Necip Fazıl’ın bu mısralarında “sanıyordum” ifadesini kullanması ne garip, değil mi? Veya Birinci Dünya Savaşından sonra olan biten karşısında şaşkına döndüğünü itiraf eden Rus sosyolog Pitirim Sorokin:  “Beklediğim barışın tekâmülüydü, savaşın değil. Toplumun barış içinde yeniden düzenlenmesiydi, kanlı ihtilaller değil. Merhametti, kitle katliamları değil. Arıtılmış demokrasilerdi, otokratik diktatorya değil. Bilimin ilerlemesiydi, propagandanın ve gerçeğin yerine geçen otoriter sloganlar değil. Her cephede ilerlemeydi, barbarlığa geri dönüş değil.”

Bende de dünyanın, insanlığın geldiği şu noktada aynı şaşkınlık hali var. Güneşin her gün daha mütekamil bir dünyaya doğmadığı çok açık..  Neredeyse bilaistisna her gün tanık olduğumuz cinayetler, katliamlar, terör saldırıları, çocuk ve kadın katilleri.. Daha insanca bir yaşam umutlarına duvar örülen veya denizde boğulmalarına, bombalarla yakılmalarına, yok edilmelerine göz yumulan, açlığa-sefalete mahkum edilerek can veren insanlar…(2) ve bütün bunlara ashab-ı uhdud(3) gibi sebep olan veya seyirci kalan insanlık..

“Hayâtın eksik olmazken ağır bin bârı arkandan;

Ölümler, korkular savlet ederken hepsi bir yandan;

Şedâid iktihâm etmekte müdhiş bir mekânetle,

Yolundan kalmayıp dâim gidersin... Hem ne sür´atle!”

Sür’at ve haz çağının insanları Mehmed Âkif’in dediği gibi ne yaşanırsa yaşansın yolundan kalmıyor, yaşamına hiçbir şey olmamış gibi devam edebiliyor.. Korkunç olaylar kalbini ürpertmiyor, acı olaylar acı vermiyor.. İnsanlığa kasteden  her şey olağanlaşıyor, her olay sadece bir takvime, bir istatistiğe dönüşüyor..(4) ve bu kayıtsızlık hali, bu sağır-kör-dilsiz tutum gün geçtikçe yaygınlaşıyor.. İyiliği emreden, kötülüğü nehyeden, hayra çağıranların sayısı her geçen gün azalıyor veya sesleri kısık, sözleri eksik.. Ahval ve şerait, Fuzuli’nin bundan dört asır önce söylediği minval üzere ne yazık ki: “Dost bî-pervâ, felek bî-rahm, devran bî-sükûn, dert çok, hem-dert yok, düşman kavî, tâli' zebun.” Fıtratı bozulmamış olan, vicdanı körelmemiş olanlar, egemen ahkâmın öğrettiği öğrenilmiş çaresizlik içinde kıvranıyor.

“Ben merd-i meydan
yani toprağın ve kanın gürzü
güllerin bin yıllık mezarı bendedir..”(
5)

Bediüzzaman Hazretlerinin “Hücumât-ı Sitte” dediği “hubb-u cah, korku, tamah, ırkçılık, enaniyet-menfaatperestlik ve tenperverlik” olgularının tasallutu altında bugün insanlık..  Binler yıllık tarihin birikimine, bilim-teknoloji-iletişimin ulaştığı zirvelere rağmen, güya aydınlanmış zihinlere, varılmış en medeni  düzeye, düzene rağmen hâlâ insanlığın kaderine bu olgular yön veriyor.. yani bütün yollar aynı hakikat kapısına varıyor:  Tarih, tekerrür ediyor..

Ve bu durumda sineçak gönüller şöyle terennüm ediyor:

“Gül hazîn... sünbül perîşan... Bâğzârın şevki yok..

Derdnâk olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok..

Başka bir hâletle çağlar cûybârın şevki yok..

Âh eder, inler nesîm-i bî-karârın şevki yok..

Geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!” (6)

Ama her hal ü kârda yine de biz hüznün, ümitsizliğin perdelediği gamnak gönlümüze hamsütlere inat Karacaoğlan gibi bir ihtar ya da tahattürde bulunalım:

“Yiğit yiğide yar olur,

Kötülerde ham süt olur,

Kara gün ömrü az olur

Gamlanma gönül gamlanma” (6)

 

Dipnotlar:

1. “Eyvah bize, Nasıl olmuş da bu defter, küçük büyük hiçbir şey bırakmayıp hepsini toplamış…” (Kehf, 18/49)

2. Bazen diyorum ki eskiden iletişimin bu kadar  yaygın ve etkili olmadığı çağlarda insanlar sadece kendi muhitindeki acılara, ölümlere şahit oluyordu ve bu kaldırılabilir bir yüktü belki de.. Ancak yaşadığımız bu meş’um devirde her gün hatta her saat diliminde kötü ve acı olayların, zulümlerin, ölümlerin şahidi oluyoruz. Şahit olduğu her meselenin bir mes’uliyet doğurduğu şuurunda olanlar için bu yük çok ağır.. Hele de iyiliği, doğruluğu, adaleti yaşatmanın kor ateşi yalın elle tutmak kadar zor olduğu bir devranda.. Gönül belki bu yüzden biraz mahzun ve bedbin..

3. Hendeklere doldurdukları ateşlerle inananları diri diri yakan ve bu olaya seyirci kalanların helakini anlatan kıssa Buruc sûresinde anlatılır.

4. Yaşananlar, tarih olmuyor. Çünkü tarih kelimesi “ruh” kelimesiyle aynı kökten. Ruhu olanların tarihin ruhundan dersler çıkarması ve dolayısıyla da olguların tekerrür etmemesi gerekir. İbret alınmayan geçmişe tarih değil takvim ya da kronoloji denebilir ancak.

5.İsmet Özel

6. Recaizade Mahmut Ekrem

7. Şimdi bazı okuyucularım diyecek ki ya bu Mesut hoca da “Bizim çocuk bina okur, döner döner gene okur.” misali hep aynı mevzular etrafında dönüp duruyor.. Vukuat öyledir hakikat, çünkü dünya da hep aynı mevzular etrafında dönüp duruyor.. mazur görün..

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.