“Güneş her gün
daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz.” diyor Alev Alatlı.
14 milyar yıl önce yaratılmış kainat.. İnsanoğlunun ise Âdem babamızdan
beri kaç milyon ya da kaç bin yıldır var olduğu meçhul.. Şurası muhakkak ki
âlem insana musahhar kılınıncaya kadar belki milyar yıllarla ifade edilebilecek
çok uzun bir süre geçti. Ve sonra Mehmet Âkif üstadın “Esîrindir
tabîat, dest-i teshîrindedir eşya; senin ahkâmının münkàdıdır, mahkûmudur dünya” dediği zübde-i âlem, yani alemlerin özü olan insan var edildi..
“Meleklerden
büyük, hem çok büyük tebcîle mazhar”
olan, dağların yüklenmeye çekindiği “tekâlîfın emânet-gâhı” olan insan, ahsen-i
takvim ile yaratılmış olmanın sırrıyla akıl, düşünme, kıyaslama, analiz; idrak,
kavrama, fark etme, sentez; hıfzetme, kaydetme; gönül, hissetme; irade, temyiz;
konuşma, yazma, icra, ifa, inşa, ihya
gibi birçok cevherle, meziyetle mücehhez kılındı.. Bütün bunlar insanın
yeryüzünün halifesi olmasını sağlayacak hususiyetleriydi..
İşte kendisini diğer
yaratılmışlardan üstün kılan bu hasletlerin şerefli ve izzetli bir üstünlük
olması için ve tüm bu hasletlerin gün yüzüne çıkabilmesi için insan, kazanın ve
belanın olmadığı cennetten dünya denen dönek ve denî-alçak yere gönderildi.
Nazan
Bekiroğlu’nun
dediği üzere: “Hangimiz, balçık bedeni
yaratılmışların en üstünü kılacak olan kutsal nefese, özgür iradeye hayır
derdik? Hangimiz insan olmanın şerefli bilincine, kansız olaysız bir masumluk
halini tercih ederdik? Demem o ki dağların, taşların taşımaya takat yetiremediği
teklifi hangimiz reddederdik?” Ya da şöyle diyelim, hangimiz düşmezdik bu
kara sevdaya?
Tüm bu
meziyetleriyle insan, ya “eşref-i mahlukat” olmak için “iyilik, doğruluk, adil
olma, yardımlaşma, hakça paylaşma, emin olma,
merhamet, insaflılık” gibi erdemlerle hareket edip insan-ı kamil olma
yolunu seçecek ya da kendisini “esfele safilin” kılabilecek birçok menfi temayülüyle
“ihtiras, şehvet, adavet, ihanet, zulüm, azgınlık, taşkınlık, hoyratlık, bağnazlık,
insafsızlık, vicdansızlık, aldatma, katletme, yıkma, yağmalama, bozma, yok etme”
yolunu seçip belhum edall olacak..
Yaradan, bu
dualiteyi vahidiyet sırrı mukabilince “iki
eliyle yarattığı” insanda cem etti. Yani insanın bir tarafı ulvî, bir
tarafı suflî.. Bir tarafı cennet, bir
tarafı cehennem.. İnsan var olalı beri gerek her bir birey, gerekse kavim,
hizip, grup ne derseniz deyin hep bu dualitenin bir yerlerinde ve hep aynı
olgularla imtihan edilir durur.
Evet imtihan olunan
olgular, belalar hep aynı.. Sadece zaman, zemin ve araçlar değişiyor.. Karşılaşılan,
yaşanılan her olayda ve durumda verdiğimiz tepkiler, aksülamelimiz,
reaksiyonlarımız kayıt altına alınıyor.. (1)
“İnsandır
sanıyordum mukaddes yüke hamal;
Hamallık
ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal.”
Üstad Necip Fazıl’ın bu mısralarında “sanıyordum”
ifadesini kullanması ne garip, değil mi? Veya Birinci Dünya Savaşından sonra olan biten karşısında şaşkına döndüğünü
itiraf eden Rus sosyolog Pitirim Sorokin: “Beklediğim
barışın tekâmülüydü, savaşın değil. Toplumun barış içinde yeniden
düzenlenmesiydi, kanlı ihtilaller değil. Merhametti, kitle katliamları değil.
Arıtılmış demokrasilerdi, otokratik diktatorya değil. Bilimin ilerlemesiydi,
propagandanın ve gerçeğin yerine geçen otoriter sloganlar değil. Her cephede
ilerlemeydi, barbarlığa geri dönüş değil.”
Bende de dünyanın,
insanlığın geldiği şu noktada aynı şaşkınlık hali var. Güneşin her gün daha
mütekamil bir dünyaya doğmadığı çok açık..
Neredeyse bilaistisna her gün tanık olduğumuz cinayetler, katliamlar,
terör saldırıları, çocuk ve kadın katilleri.. Daha insanca bir yaşam umutlarına
duvar örülen veya denizde boğulmalarına, bombalarla yakılmalarına, yok
edilmelerine göz yumulan, açlığa-sefalete mahkum edilerek can veren insanlar…(2)
ve bütün bunlara ashab-ı uhdud(3)
gibi sebep olan veya seyirci kalan insanlık..
“Hayâtın
eksik olmazken ağır bin bârı arkandan;
Ölümler,
korkular savlet ederken hepsi bir yandan;
Şedâid
iktihâm etmekte müdhiş bir mekânetle,
Yolundan
kalmayıp dâim gidersin... Hem ne sür´atle!”
Sür’at ve haz
çağının insanları Mehmed Âkif’in dediği gibi ne yaşanırsa yaşansın yolundan
kalmıyor, yaşamına hiçbir şey olmamış gibi devam edebiliyor.. Korkunç olaylar
kalbini ürpertmiyor, acı olaylar acı vermiyor.. İnsanlığa kasteden her şey olağanlaşıyor, her olay sadece bir
takvime, bir istatistiğe dönüşüyor..(4) ve bu kayıtsızlık hali, bu
sağır-kör-dilsiz tutum gün geçtikçe yaygınlaşıyor.. İyiliği emreden, kötülüğü
nehyeden, hayra çağıranların sayısı her geçen gün azalıyor veya sesleri kısık,
sözleri eksik.. Ahval ve şerait, Fuzuli’nin
bundan dört asır önce söylediği minval üzere ne yazık ki: “Dost bî-pervâ, felek bî-rahm, devran bî-sükûn, dert çok, hem-dert yok,
düşman kavî, tâli' zebun.” Fıtratı bozulmamış olan, vicdanı körelmemiş
olanlar, egemen ahkâmın öğrettiği öğrenilmiş çaresizlik içinde kıvranıyor.
“Ben
merd-i meydan
yani toprağın ve kanın gürzü
güllerin bin yıllık mezarı bendedir..”(5)
Bediüzzaman
Hazretlerinin
“Hücumât-ı Sitte” dediği “hubb-u cah, korku, tamah, ırkçılık, enaniyet-menfaatperestlik
ve tenperverlik” olgularının tasallutu altında bugün insanlık.. Binler yıllık tarihin birikimine,
bilim-teknoloji-iletişimin ulaştığı zirvelere rağmen, güya aydınlanmış
zihinlere, varılmış en medeni düzeye,
düzene rağmen hâlâ insanlığın kaderine bu olgular yön veriyor.. yani bütün
yollar aynı hakikat kapısına varıyor: Tarih,
tekerrür ediyor..
Ve bu durumda
sineçak gönüller şöyle terennüm ediyor:
“Gül
hazîn... sünbül perîşan... Bâğzârın şevki yok..
Derdnâk
olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok..
Başka
bir hâletle çağlar cûybârın şevki yok..
Âh
eder, inler nesîm-i bî-karârın şevki yok..
Geldi
ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!” (6)
Ama her hal ü kârda
yine de biz hüznün, ümitsizliğin perdelediği gamnak gönlümüze hamsütlere inat Karacaoğlan gibi bir ihtar ya da
tahattürde bulunalım:
“Yiğit
yiğide yar olur,
Kötülerde
ham süt olur,
Kara
gün ömrü az olur
Gamlanma
gönül gamlanma”
(6)
Dipnotlar:
1.
“Eyvah bize, Nasıl olmuş da bu defter, küçük büyük hiçbir şey bırakmayıp
hepsini toplamış…” (Kehf, 18/49)
2.
Bazen diyorum ki eskiden iletişimin bu kadar
yaygın ve etkili olmadığı çağlarda insanlar sadece kendi muhitindeki
acılara, ölümlere şahit oluyordu ve bu kaldırılabilir bir yüktü belki de.. Ancak
yaşadığımız bu meş’um devirde her gün hatta her saat diliminde kötü ve acı olayların,
zulümlerin, ölümlerin şahidi oluyoruz. Şahit olduğu her meselenin bir
mes’uliyet doğurduğu şuurunda olanlar için bu yük çok ağır.. Hele de iyiliği,
doğruluğu, adaleti yaşatmanın kor ateşi yalın elle tutmak kadar zor olduğu bir
devranda.. Gönül belki bu yüzden biraz mahzun ve bedbin..
3.
Hendeklere doldurdukları ateşlerle inananları diri diri yakan ve bu olaya
seyirci kalanların helakini anlatan kıssa Buruc sûresinde anlatılır.
4.
Yaşananlar, tarih olmuyor. Çünkü tarih kelimesi “ruh” kelimesiyle aynı kökten.
Ruhu olanların tarihin ruhundan dersler çıkarması ve dolayısıyla da olguların
tekerrür etmemesi gerekir. İbret alınmayan geçmişe tarih değil takvim ya da
kronoloji denebilir ancak.
5.İsmet
Özel
6.
Recaizade Mahmut Ekrem
7.
Şimdi bazı okuyucularım diyecek ki ya bu Mesut hoca da “Bizim çocuk bina okur,
döner döner gene okur.” misali hep aynı mevzular etrafında dönüp duruyor..
Vukuat öyledir hakikat, çünkü dünya da hep aynı mevzular etrafında dönüp
duruyor.. mazur görün..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.