25 Haziran 2021 Cuma

KELEBEK ETKİSİ

 


“Görünende görünmeyeni aramak..” demişti hayat düsturu olarak Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Dağlarca’dan Gökyüzü1”nden bize miras olarak.. Gökyüzü’nden istikbale terennüm edercesine.. Bu bir ilke, bir düstur, bir yaşama felsefesi. Onlarca arama’dan, bulma’dan, yaşama’dan, okuma’dan, hayatın zahm’larına katlanıp rahm’larını umma’dan gelen bir buluş ya da varış.. Uyumsuz, faydasız tüm unsurları arındıran bir imbikten süzdükten, bir haddeden geçirerek demiş usta şair, söz ve mana evreninden önce kendine ve sonra bu söze ulaşan, dokunan herkese. Sözü azaltarak, hikmeti çoğaltarak.. (“Hadde”2 deyince büyük divan şairi Nedim’i anmadan geçemeyeceğim, zira bu kelime bana ondan kaldı: Haddeden geçmiş nezaket, yal u bal olmuş sana) Ve şahsen benim mefkure dünyamın nakkaşlarından, ekol-okul olarak gördüğüm “bir tedirgin entelektüel”, mumuyla binlerce mumu tutuşturarak ışığını çoğaltan münevver Cemil Meriç ise “Hayatın maddi olaylarıyla ancak kronoloji yapılabilir. Kronoloji ise aptalların işidir.” der. Kapkaranlık dünyasında serapa aydınlık ruhundan bir huzme olarak..

Evet madde-mana, görünen-görünmeyen dilemması-ikircikliği üzerine serfiraz-baştacı edebileceğimiz, kitabın orta yerinden sözler. İnsan, var olalı beri varlığını anlamlı kılmak için bu zihni metaforların anaforunda sahil-i selamete ulaşma gayretiyle sormuş, sorgulamış, aramış, bulmuş, bulamamış, arada-arafta kalmış, aydınlanmış, kararmış, sabit kadem durmuş, yol almış, savrulmuş.. Bu, fıtrî bir insiyakla cevabı aranan bir istifham. “Ben kimim?”, “Niye varım?” ve “Ne olacağım?”. İnsanın kendine, dünyaya, evrene, hayata bakış açısını, tavrını, duruşunu şekillendiren sorular.. Bu sorularda bir tedirgin ruhun fanilikte beka arayışı var. Ve insan bu sorulara verdiği cevapların aklını ve kalbini mutmain etme nispetince yaşar. Çünkü var oldu bir kere, son bulmak, yok olmak ister mi hiç?.. Zaten bütün inanç ve düşünce sistemleri,-izm’ler insanın bu dünyadaki anlamlı varoluşunun ve can bulmuş ruhun beka arayışına verilen cevaplardan müteşekkil değil mi? Mevlana’ya “ikra”sını tamamlayıp “bişnev(dinle)” ve “Ne olursan ol,gel!” dedirten, Yunus’a Yaradan’dan ötürü tüm yaradılanları sevdiren,  Sokrates'ı ahlakçı akılcılığa erdiren, tüm evrenin amacı ve sebebi olarak gördüğü “üst-insan” arayışında Nietzsche’ye kırk dört yaşında zihinsel yetilerinin tamamını yitirten—kafayı yedirten,...bu sorular ve bunlara verdikleri cevaplar değil miydi?

 “Lûgat, bir isim ver bana halimden / Herkesin bildiği dilden bir isim!

Eski esvaplarım, tutun elimden / Aynalar, söyleyin bana, ben kimim?”

diye tariflemiş fikir çilelerinin şairi Necip Fazıl bu hali ve pazarların dirhem bulamadığı cevabı şöyle dile getirmiş:

“Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim / Minicik gövdeme yüklü Kafdağı, 
 Bir zerreciğim ki, Arş'a gebeyim / Dev sancılarımın budur kaynağı!” 

 

Cismen, hudutsuz evrende zerre hükmünde olmayan bir tedirgin ruhun kendine anlamlılık ve kalıcılık arayışı.. ve onun gibi her zihayat aklın makul sorgulayışı.. Elimde Hece dergisinin Cemil Meriç özel sayısı, tam 480 sayfa ve içinde bu arayışa verilen entelektüel cevaplar üzerine onlarca yazı.. Ne güzel! Ve fonda Ahmet Kaya, “İçimde bir çocuk tedirgin” diyor ve ekliyor: “Suskunum, vurgunum, tedirginim ben. Haylanmaz, uslanmaz, tedirgin.” Anlamlılık ve kalıcılık arayışının seyr-ü sulûkünde tedirgin bir halet-i ruhiye ile zahir eserler verenler, insanlığın tarihine isimlerini nakşederek ebediyetin ucundan yakalamışlar. Peki ilimin, fennin, teknolojinin başdöndürücü şekilde arttığı,geliştiği bu zamanı yaşayan bizler, arayış mirasına ne kadar katkıda bulunuyoruz, nerede duruyor, neler yapıyoruz? Her birimizin fert fert, bu endişelerin neticesi olarak (her şeyin zevahire ayan olduğu ölçüde kıymetli olduğu bu meş’um devirde) bu denli etki bırakan eserler vermemiz tabii ki mümkün değil. Ancak dünyaya gelmiş, ilmi, yetenekleri, kudreti, ufku kendi hayatıyla ve çevresiyle mahdut bir birey olarak insanlığın ve dünyanın gidişatını değiştirmeye matuf zerre miskal de olsa bir şey yapılamaz mı? Çoğu insan, varlığına mana düşürecek bu sorunun sıkletine katlanacak gücü kendinde bulmayıp fanilik mukadderatını hüküm giymiş bu hayatında olabildiğince ve alabildiğine serkeş, berduş bir tavırla bohem bir yaşamı (rindane diye kendini kandıranlar da var böylesi bir yaşam için) tercih ediyor ne yazık!. İnsan kişiliğini, mefkûresini oluşturan ma'na-vi ilkelerinden uzaklaşıp bulunduğu ve geldiği hal kendisine hoş,süslü ve doğru geliyorsa "ama"larla yaptıklarını gerekçelendiriyorsa ruhunu farkına varmadan kendisini kandıran şeytana teslim ediyordur.. “Yazık, aynaya bak. Bu, aynadaki, sen misin?” diyesim geliyor böylelerine. İşte aynaya dahi bakmaya cesaret edemeyen çoğu insan, hayatlarını cennetleştiren ve fanilik hakikatini unutturan her şeye -zile,şala,güle- Yahya Kemal’in tabiriyle "Ole!" diyorlar:

“Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı...

Gözler kamaştıran şala, meftun eden güle,

Her kalbi dolduran zile, her sineden: "Ole!"

 

Sureta ve oyunsu yaşıyormuşuz gibi geliyor bana. Gerçekte böyle mi,yoksa tedirgin ruhumun bir yanılsaması mı, bilmiyorum. “Bir oyunun içinde yaratılmış gibiyiz. Ama oyun olsun diye yaratılmış değiliz.” diyor Nazan Bekiroğlu bir yazısında.. Oyun deyince hangi olaydan mütevellit söylemiştim hatırlamıyorum ama sosyal medya yüzümün duvarında paylaştığım bir sözümü anımsadım:"Postmodern ıztırarî hastalık: Hamakat ve basiret körlüğü.. Ve tutuşturulmuş reçete: Yarış atına dönüştürülenlere at gözlüğü..ya da uzaktan amorf bir yaklaşımla abandone seyrediş.. İğdiş edilmiş düşünme yetisiyle, oyunlarla büyüy(emey)en nesillerin çarçabuk oyuna gelmesi doğal değil mi? Pek yazık ki bu hengamede ölen ve aslında derde deva erdem: Observatif güven."

 Her insan, evrende ve hayatta bir boşluğu doldurur ya da doldurmalıdır. Sadece cismen değil, manen de. Yani herkesin anlamlı bir var oluşu, bulunuşu vardır. Ne demiş Galip Dede (Şeyh Galip): "Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin3 sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen" (Kendine güzelce bak ki, âlemin özü sensin. Sen varlığın gözünün bebeği olan âdemsin.) Her bir nev’i alemin özü ve varlığın gözbebeği olan insanın kendini hiç kıymetinde göreninin bile bu dünyayı değiştirme potansiyeli ve cevheri vardır. Yeter ki o kişi o cevheri mücevhere dönüştürecek arayışından vazgeçmesin. Üstelik bu bence çok zor da değil. “Hocam, ne maval okuyorsun,bu mümkün mü, kes tıraşı” diyenleri duyar gibiyim. Zaten böyle diyenler “kendini tanıma” farkındalıksızlığı içinde zamanın rüzigârında bir o tarafa bir bu tarafa menzilsiz savrulanlar değil mi?

 “Sevilende uyanan mukabele arzusuyla.. Fark edenin fark edilene yüklediği suç ortaklığında başladı bu dünyadaki hayatı Adem’in ve oğullarının.” diyor “Lâ: Sonsuzluk Hecesi”4 yazarı. Evet hayat fark etmekle başlar ve fark ettiğin sürece devam eder, yani Descartes’in o meşhur savını değiştirip “Fark ediyorum, o halde varım” da diyebiliriz. Tabii şu ana kadar döktüğüm laflar muvacehesinde ve geldiği minvalde şunu söylemem kaçınılmaz: Var olmak, var olandan haberdar olmak; fark etmekle başlar ama yetmez, varlığını kalıcı kılmak için fark yaratman lazım.

İnsanlık tarihinde yaptıklarıyla fark yaratıp beka kitabının varaklarına adlarını kazıyan nice adı malum ya da meçhul yolcular oldu.. Bunların çoğu, devirlerinde çevrelerince imkansız ve gereksiz görülen yollara koyuldular, azmettiler, cehd ettiler, belki çoğu kez yollarına taşlar konuldu, dikenler atıldı.. Amma onlar  impossible is possible: İmkansız mümkündür.” anlayışıyla hareket ettiler ve başardılar. Şimdi gelelim bu çağın mevcudu, şahidi ve meşhudu olan bizlere.. Kendini yalınkat, sıradan, kudretsiz olarak gören çoklardan biri, geleceğin tarihinin akışına müspet istikamette bir yön verebilir mi? Kendini onlardan biri olarak gören bana göre evet, bu mümkün. Üstelik bu çok zahmetli, meşakkatli de değil. Çünkü yine ecnebilerin dediği gibi “change one thing, change everything”, yani bir şeyi değiştirince her şeyi değiştirmiş olursun.” Bazen yerinde ve anlamlı bir söz, bir susuş, bir bakış, bir duruş, bir tavır ve hatta bir tebessüm bile kaderin gidişatını değiştirebilir. Bu fikri işleyen bir film var hatırımda: Kelebek Etkisi. İzleyenler hatırlayacaktır, izlemeyenlere de tavsiye ederim. Filmdeki ana fikir şuydu: Yaptığınız küçük bir iyilik, birçok başka hayatı etkiler ve son olarak size tekrar iyilik olarak döner. Bunu bazen fark edersiniz, bazen edemezsiniz ama yaptığınız küçük bir hareket geleceğin oluşumunu etkilemiştir. Bu durum karma felsefede şöyle açıklanıyor: Dünyanın bir ucundaki kelebeğin kanat çırpması, dünyanın diğer ucunda fırtınaya yol açabilir. Dünyadaki en ufak bir değişim, zincirleme olaylar şeklinde tahmin edilemeyecek boyutlarda değişimlere neden olabilir. Bu kısa ömürde yapacağınız bir olumlu şey,bir iyilik,  ilahi mesajda belirtildiği üzere “yedi başak veren, her başağında yüz tanesi bulunan bir tek tohum5 hükmünde ve etkisinde olabilir. Ya da eskilerin deyişiyle şöyle diyelim: Bir mıh bir nal kurtarır, bir nal bir at kurtarır, bir at bir atlı kurtarır, bir atlı bir muharebe kurtarır, bir muharebe bir ülke kurtarır.

Geçenlerde izlediğim bir film vardı, adı Bulut Atlası.. İnsanın evren ve zaman içinde varoluşunun anlamsallığını sorgulayan ve kendince doğru cevaplar bulan biraz bilimkurgu, bol mistisizm, bir parça kuantum fiziği, bir tutam ütopya filmi. Filmin konsepti resmi olarak şöyle açıklanmış: “Bireylerin davranışlarının geçmişteki, günümüzdeki ve gelecekteki diğer bireylerin yaşamları üzerindeki etkileri üzerine bir araştırma ve bir iyiliğin asırlar boyunca dalgalanarak bir devrime ilham olması.” Filmde “geçmişten geleceğe herkes birbirinin yaşamını bir şekilde etkiler” düşüncesi işleniyor ve bu fikre uygun olarak insan, kader, varoluşla ilgili bir hayli aforizma mevcut.. Onlardan biri aklımda yer etti. Diyor ki bu filmin Neo’su Sonmi: “ Kader dediğimiz şey, aslında söylediklerimizin ve yaptıklarımızın dalga dalga zamana yayılmasıdır.” Tabii ki kesinkes ve motamot doğru veya nahak bulmuyorum bu anlayışı ve fakat doğruluk payı da var illaki. Artık varlığın dijitalleştiği, etik değerlerin deformasyona uğradığı bu divane çağda gerçeği bilmek istemeyen, bilemeyen, sorgulayamayan, düzenin normal olduğuna inanan modern proletaryalardan olmak istemiyorsak bizce küçük ama kaderde büyük etkiler yaratan doğru bir şey (tavır,duruş,söz,bakış,tebessüm) yaparak geleceğe iyi miras bırakabiliriz. Umarım bu yazıda sadır olan sözlerim, bazıları için sadre şifa olur..


Dipnotlar:

1.    Fazıl Hüsnü Dağlarca, vefatından sonra evinin müze ve kafeterya olarak kullanılmasını, adının da “Dağlarcadan Gökyüzü” olmasını istemiş ve Buraya gelenler, benim gökyüzüme baksınlar istiyorum. diye vasiyette bulunmuştur.

2.    Hadde: Metalleri tel durumuna getirmekte ya da telleri inceltmekte kullanılan ve üzerinde değişik çapta delikleri olan çelik araç.

3.    Zübde-i âlem: Zübde kelimesi çekirdek, öz anlamına gelmektedir. Âlem de dünya, kainat, evren anlamlarında kullanılmaktadır. Bu tamlama ise, kainatın özü anlamında kullanılmaktadır. Tasavvufi anlamı olan bu terime göre, insan kainatın özüdür. Bir diğer ifade ile insan kainatla denk kabul edilmektedir. Zaten kainatın varlık sebebi de insandır.

4.    Lâ: Sonsuzluk Hecesi - Nazan Bekiroğlu, kitabı için şunları söylüyor: Bir gün Sabâ Melikesi Belkıs'tan, Âdem'le Havva'nın hikâyesini anlamanın bütün bir insanlığın da hikâyesini anlamak manasına geldiğini öğrendim. İnsanın bütün halleri Âdem'de gizliydi ve bütün macera onun hikâyesinde özetlenmişti. Ne zaman ki, kalmak için değil uğrayıp geçmek için kadem bastığımız, kök attığımız değil kısa bir gölge saldığımız şu dünyada bir cennet sürgünüyle yazgılandığımı anladım ve Kelimeler Kitabı-çift isimler sahifesinde, Âdem'le Havva'nın yanına bir de Habil'le Kabil'i ekledim. Bir ömür boyu aradığım hece harfinin LÂ olduğunu bildim.

5.    Bakara,261

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.