“Görünende görünmeyeni
aramak..” demişti hayat düsturu olarak Fazıl Hüsnü Dağlarca,
“Dağlarca’dan Gökyüzü1”nden bize miras olarak.. Gökyüzü’nden
istikbale terennüm edercesine.. Bu bir ilke, bir düstur, bir yaşama felsefesi.
Onlarca arama’dan, bulma’dan, yaşama’dan, okuma’dan, hayatın zahm’larına
katlanıp rahm’larını umma’dan gelen bir buluş ya da varış.. Uyumsuz, faydasız
tüm unsurları arındıran bir imbikten süzdükten, bir haddeden geçirerek demiş
usta şair, söz ve mana evreninden önce kendine ve sonra bu söze ulaşan, dokunan
herkese. Sözü azaltarak, hikmeti çoğaltarak.. (“Hadde”2 deyince
büyük divan şairi Nedim’i anmadan geçemeyeceğim, zira bu kelime bana ondan
kaldı: Haddeden geçmiş nezaket, yal u bal olmuş sana) Ve şahsen benim mefkure
dünyamın nakkaşlarından, ekol-okul olarak gördüğüm “bir tedirgin entelektüel”,
mumuyla binlerce mumu tutuşturarak ışığını çoğaltan münevver Cemil Meriç ise “Hayatın maddi olaylarıyla ancak kronoloji yapılabilir.
Kronoloji ise aptalların işidir.” der. Kapkaranlık dünyasında
serapa aydınlık ruhundan bir huzme olarak..
Evet madde-mana,
görünen-görünmeyen dilemması-ikircikliği üzerine serfiraz-baştacı
edebileceğimiz, kitabın orta yerinden sözler. İnsan, var olalı beri varlığını
anlamlı kılmak için bu zihni metaforların anaforunda sahil-i selamete ulaşma
gayretiyle sormuş, sorgulamış, aramış, bulmuş, bulamamış, arada-arafta kalmış, aydınlanmış,
kararmış, sabit kadem durmuş, yol almış, savrulmuş.. Bu, fıtrî bir insiyakla
cevabı aranan bir istifham. “Ben kimim?”, “Niye varım?” ve
“Ne olacağım?”.
İnsanın kendine, dünyaya, evrene, hayata bakış açısını, tavrını, duruşunu
şekillendiren sorular.. Bu sorularda bir tedirgin ruhun fanilikte beka arayışı
var. Ve insan bu sorulara verdiği cevapların aklını ve kalbini mutmain etme
nispetince yaşar. Çünkü var oldu bir kere, son bulmak, yok olmak ister mi hiç?..
Zaten bütün inanç ve düşünce sistemleri,-izm’ler insanın bu dünyadaki anlamlı
varoluşunun ve can bulmuş ruhun beka arayışına verilen cevaplardan müteşekkil
değil mi? Mevlana’ya “ikra”sını tamamlayıp “bişnev(dinle)” ve “Ne olursan
ol,gel!” dedirten, Yunus’a Yaradan’dan ötürü tüm yaradılanları sevdiren, Sokrates'ı ahlakçı akılcılığa erdiren, tüm
evrenin amacı ve sebebi olarak gördüğü “üst-insan” arayışında Nietzsche’ye
kırk dört yaşında zihinsel yetilerinin tamamını yitirten—kafayı yedirten,...bu
sorular ve bunlara verdikleri cevaplar değil miydi?
“Lûgat, bir isim ver bana halimden / Herkesin
bildiği dilden bir isim!
Eski esvaplarım, tutun
elimden / Aynalar, söyleyin bana, ben kimim?”
diye tariflemiş fikir
çilelerinin şairi Necip Fazıl bu hali ve pazarların dirhem bulamadığı cevabı
şöyle dile getirmiş:
“Ben ki, toz kanatlı bir
kelebeğim / Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,
Bir zerreciğim ki, Arş'a gebeyim / Dev
sancılarımın budur kaynağı!”
Cismen, hudutsuz evrende
zerre hükmünde olmayan bir tedirgin ruhun kendine anlamlılık ve kalıcılık
arayışı.. ve onun gibi her zihayat aklın makul sorgulayışı.. Elimde Hece
dergisinin Cemil Meriç özel sayısı, tam 480 sayfa ve içinde bu arayışa verilen
entelektüel cevaplar üzerine onlarca yazı.. Ne güzel! Ve fonda Ahmet Kaya, “İçimde bir çocuk tedirgin”
diyor ve ekliyor: “Suskunum, vurgunum,
tedirginim ben. Haylanmaz, uslanmaz, tedirgin.” Anlamlılık
ve kalıcılık arayışının seyr-ü sulûkünde tedirgin bir halet-i ruhiye ile zahir
eserler verenler, insanlığın tarihine isimlerini nakşederek ebediyetin
ucundan yakalamışlar. Peki ilimin, fennin, teknolojinin başdöndürücü şekilde
arttığı,geliştiği bu zamanı yaşayan bizler, arayış mirasına ne kadar katkıda
bulunuyoruz, nerede duruyor, neler yapıyoruz? Her birimizin fert fert, bu
endişelerin neticesi olarak (her şeyin zevahire ayan olduğu ölçüde kıymetli
olduğu bu meş’um devirde) bu denli etki bırakan eserler vermemiz tabii ki
mümkün değil. Ancak dünyaya gelmiş, ilmi, yetenekleri, kudreti, ufku kendi
hayatıyla ve çevresiyle mahdut bir birey olarak insanlığın ve dünyanın
gidişatını değiştirmeye matuf zerre miskal de olsa bir şey yapılamaz mı? Çoğu
insan, varlığına mana düşürecek bu sorunun sıkletine katlanacak gücü kendinde
bulmayıp fanilik mukadderatını hüküm giymiş bu hayatında olabildiğince ve
alabildiğine serkeş, berduş bir tavırla bohem bir yaşamı (rindane diye kendini
kandıranlar da var böylesi bir yaşam için) tercih ediyor ne yazık!. İnsan
kişiliğini, mefkûresini oluşturan ma'na-vi ilkelerinden uzaklaşıp bulunduğu ve
geldiği hal kendisine hoş,süslü ve doğru geliyorsa "ama"larla yaptıklarını
gerekçelendiriyorsa ruhunu farkına varmadan kendisini kandıran şeytana teslim
ediyordur.. “Yazık, aynaya bak. Bu, aynadaki, sen misin?” diyesim geliyor
böylelerine. İşte aynaya dahi bakmaya cesaret edemeyen çoğu insan, hayatlarını
cennetleştiren ve fanilik hakikatini unutturan her şeye -zile,şala,güle- Yahya
Kemal’in tabiriyle "Ole!" diyorlar:
“Zil, şal ve gül. Bu bahçede
raksın bütün hızı...
Gözler kamaştıran şala,
meftun eden güle,
Her kalbi dolduran zile, her
sineden: "Ole!"
Sureta ve oyunsu
yaşıyormuşuz gibi geliyor bana. Gerçekte böyle mi,yoksa tedirgin ruhumun bir
yanılsaması mı, bilmiyorum.
“Bir oyunun içinde yaratılmış gibiyiz. Ama oyun olsun diye yaratılmış değiliz.”
diyor Nazan Bekiroğlu bir yazısında.. Oyun deyince hangi olaydan mütevellit
söylemiştim hatırlamıyorum ama sosyal medya yüzümün duvarında paylaştığım bir
sözümü anımsadım:"Postmodern ıztırarî hastalık: Hamakat ve basiret
körlüğü.. Ve tutuşturulmuş reçete: Yarış atına dönüştürülenlere at gözlüğü..ya
da uzaktan amorf bir yaklaşımla abandone seyrediş.. İğdiş edilmiş düşünme
yetisiyle, oyunlarla büyüy(emey)en nesillerin çarçabuk oyuna gelmesi doğal
değil mi? Pek yazık ki bu hengamede ölen ve aslında derde deva erdem: Observatif
güven."
Her insan, evrende ve hayatta bir boşluğu
doldurur ya da doldurmalıdır. Sadece cismen değil, manen de. Yani herkesin
anlamlı bir var oluşu, bulunuşu vardır. Ne demiş Galip Dede (Şeyh Galip): "Hoşça
bak zâtına kim zübde-i âlemsin3 sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan
âdemsin sen" (Kendine güzelce bak ki,
âlemin özü sensin. Sen varlığın gözünün bebeği olan âdemsin.) Her bir nev’i
alemin özü ve varlığın gözbebeği olan insanın kendini hiç kıymetinde göreninin
bile bu dünyayı değiştirme potansiyeli ve cevheri vardır. Yeter ki o kişi o cevheri
mücevhere dönüştürecek arayışından vazgeçmesin. Üstelik bu bence çok zor da
değil. “Hocam, ne maval okuyorsun,bu mümkün mü, kes tıraşı” diyenleri duyar
gibiyim. Zaten böyle diyenler “kendini tanıma” farkındalıksızlığı içinde
zamanın rüzigârında bir o tarafa bir bu tarafa menzilsiz savrulanlar değil mi?
“Sevilende uyanan mukabele arzusuyla.. Fark
edenin fark edilene yüklediği suç ortaklığında başladı bu dünyadaki hayatı
Adem’in ve oğullarının.” diyor “Lâ: Sonsuzluk
Hecesi”4 yazarı. Evet hayat fark etmekle başlar ve fark ettiğin
sürece devam eder, yani Descartes’in o meşhur savını değiştirip “Fark ediyorum, o halde varım”
da diyebiliriz. Tabii şu ana kadar döktüğüm laflar muvacehesinde ve geldiği
minvalde şunu söylemem kaçınılmaz: Var olmak, var olandan haberdar olmak; fark
etmekle başlar ama yetmez, varlığını kalıcı kılmak için fark yaratman lazım.
İnsanlık tarihinde
yaptıklarıyla fark yaratıp beka kitabının varaklarına adlarını kazıyan nice adı
malum ya da meçhul yolcular oldu.. Bunların çoğu, devirlerinde çevrelerince
imkansız ve gereksiz görülen yollara koyuldular, azmettiler, cehd ettiler,
belki çoğu kez yollarına taşlar konuldu, dikenler atıldı.. Amma onlar “impossible
is possible: İmkansız mümkündür.” anlayışıyla hareket ettiler
ve başardılar. Şimdi gelelim bu çağın mevcudu, şahidi ve meşhudu olan bizlere..
Kendini yalınkat, sıradan, kudretsiz olarak gören çoklardan biri, geleceğin
tarihinin akışına müspet istikamette bir yön verebilir mi? Kendini onlardan
biri olarak gören bana göre evet, bu mümkün. Üstelik bu çok zahmetli,
meşakkatli de değil. Çünkü yine ecnebilerin dediği gibi “change one thing, change everything”,
yani bir şeyi değiştirince her şeyi değiştirmiş olursun.” Bazen yerinde ve
anlamlı bir söz, bir susuş, bir bakış, bir duruş, bir tavır ve hatta bir
tebessüm bile kaderin gidişatını değiştirebilir. Bu fikri işleyen bir film var
hatırımda: Kelebek
Etkisi. İzleyenler hatırlayacaktır, izlemeyenlere de tavsiye ederim. Filmdeki
ana fikir şuydu: Yaptığınız küçük bir iyilik, birçok başka hayatı etkiler ve
son olarak size tekrar iyilik olarak döner. Bunu bazen fark edersiniz, bazen
edemezsiniz ama yaptığınız küçük bir hareket geleceğin oluşumunu
etkilemiştir. Bu durum karma felsefede şöyle açıklanıyor: Dünyanın bir
ucundaki kelebeğin kanat çırpması, dünyanın diğer ucunda fırtınaya yol
açabilir. Dünyadaki en ufak bir değişim, zincirleme olaylar şeklinde tahmin
edilemeyecek boyutlarda değişimlere neden olabilir. Bu kısa ömürde yapacağınız
bir olumlu şey,bir iyilik, ilahi mesajda
belirtildiği üzere “yedi başak veren, her
başağında yüz tanesi bulunan bir tek tohum”5 hükmünde ve
etkisinde olabilir. Ya da eskilerin deyişiyle şöyle diyelim: Bir mıh bir nal
kurtarır, bir nal bir at kurtarır, bir at bir atlı kurtarır, bir atlı bir
muharebe kurtarır, bir muharebe bir ülke kurtarır.
Geçenlerde izlediğim bir
film vardı, adı Bulut Atlası..
İnsanın evren ve zaman içinde varoluşunun anlamsallığını sorgulayan ve kendince
doğru cevaplar bulan biraz bilimkurgu, bol mistisizm, bir parça kuantum fiziği,
bir tutam ütopya filmi. Filmin konsepti resmi olarak şöyle açıklanmış:
“Bireylerin davranışlarının geçmişteki, günümüzdeki ve gelecekteki diğer
bireylerin yaşamları üzerindeki etkileri üzerine bir araştırma ve bir iyiliğin
asırlar boyunca dalgalanarak bir devrime ilham olması.” Filmde “geçmişten geleceğe herkes birbirinin yaşamını
bir şekilde etkiler” düşüncesi işleniyor ve bu
fikre uygun olarak insan, kader, varoluşla ilgili bir hayli aforizma mevcut..
Onlardan biri aklımda yer etti. Diyor ki bu filmin Neo’su Sonmi: “ Kader
dediğimiz şey, aslında söylediklerimizin ve yaptıklarımızın dalga dalga zamana yayılmasıdır.”
Tabii ki kesinkes ve motamot doğru veya nahak bulmuyorum bu anlayışı ve fakat
doğruluk payı da var illaki. Artık varlığın dijitalleştiği, etik değerlerin
deformasyona uğradığı bu divane çağda gerçeği bilmek istemeyen, bilemeyen,
sorgulayamayan, düzenin normal olduğuna inanan modern proletaryalardan olmak
istemiyorsak bizce küçük ama kaderde büyük etkiler yaratan doğru bir şey
(tavır,duruş,söz,bakış,tebessüm) yaparak geleceğe iyi miras bırakabiliriz.
Umarım bu yazıda sadır olan sözlerim, bazıları için sadre şifa olur..
Dipnotlar:
1.
Fazıl Hüsnü Dağlarca, vefatından sonra evinin müze ve
kafeterya olarak kullanılmasını, adının da “Dağlarca’dan Gökyüzü” olmasını istemiş ve “Buraya gelenler, benim gökyüzüme baksınlar istiyorum.” diye vasiyette bulunmuştur.
2.
Hadde: Metalleri tel durumuna getirmekte ya da telleri inceltmekte
kullanılan ve üzerinde değişik çapta delikleri olan çelik araç.
3.
Zübde-i âlem: Zübde kelimesi çekirdek, öz anlamına gelmektedir. Âlem de
dünya, kainat, evren anlamlarında kullanılmaktadır. Bu tamlama ise, kainatın
özü anlamında kullanılmaktadır. Tasavvufi anlamı olan bu terime göre, insan
kainatın özüdür. Bir diğer ifade ile insan
kainatla denk kabul edilmektedir. Zaten kainatın varlık sebebi de insandır.
4.
Lâ: Sonsuzluk Hecesi - Nazan Bekiroğlu, kitabı için şunları söylüyor: Bir gün Sabâ Melikesi Belkıs'tan, Âdem'le Havva'nın hikâyesini anlamanın bütün bir insanlığın da hikâyesini anlamak manasına
geldiğini öğrendim. İnsanın bütün halleri Âdem'de gizliydi ve bütün macera onun hikâyesinde özetlenmişti. Ne zaman ki, kalmak için değil uğrayıp geçmek için kadem bastığımız, kök attığımız değil kısa bir gölge saldığımız şu dünyada bir cennet sürgünüyle yazgılandığımı anladım ve Kelimeler Kitabı-çift isimler sahifesinde, Âdem'le Havva'nın yanına bir de Habil'le
Kabil'i ekledim. Bir ömür boyu aradığım hece harfinin LÂ olduğunu bildim.
5.
Bakara,261
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.