25 Haziran 2021 Cuma

KALEMİN YÜKÜ

 


Neler yaşanmadı ki şu gökkubbenin altında. Doğuşlar, büyüyüşler, küçülüşler, ölüşler.. Kimi gönlün derin mahzenlerinde, kimi gören gözlerin şahitliğinde, kimi sessiz, nefessiz, kimi arş-ı ala’ya  varan haykırışlar, vaveylalar; kırıklar, hıçkırıklar, ağlayışlar, gülüşler..

Ne görmedi ki şehadetini (şahitliğini) bilmediğimiz  ve/veya ummadığımız, umursamadığımız felekler ve de kâtip melekler.. Büyüklü küçüklü, irili ufaklı, hüzünlü sevinçli, uzunca-kısaca, erkekçe kadınca dostluklar, düşmanlıklar; aydınlıkları örten karanlıklar, karanlığı en koyu anında yaran aydınlıklar; zorluklar, kolaylıklar; hicranlar, vuslatlar, kavuşamayışlar; hicretler, varışlar, varamayışlar; hemrahlıklar(yoldaşlıklar), gümrahlıklar, yolda kalmışlıklar, yol bulamamışlıklar;  sadıklıklar, ihanetler; savruluşlar, dik duruşlar; tutunuşlar, tutunamayışlar; ümitler, nevmit(ümitsizlik)ler…

Kimler geçmedi ki bu feleğin çemberinden?.. Yüklemin yükünü taşıyan, taşıyamayan özneler; kendi cümlesinde bile özne olamayan nesneler; ardına bakıp gidenler, ardına bakmadan gidenler, gidip de dönenler, dönmeyenler, dönemeyenler; var olanlar, varlıktan haberdar olanlar, yokluklar, yok olanlar; varsıllar, yoksullar;  failler, mef’ullar, faili meçhullar…  Nice hayaller, idealar, ütopyalar; gerçekler, gerçekleşenler, gerçekle yüzleşenler, distopyalar…

Tüm bunların muvakkat(vakitsınırlı) şahidi olduğumuz bu devranda çoğu gitti, azı kaldı; çünkü söz uçtu, yazı kaldı.. Yani dost gönüller hatırda tutsun diye Veysel gitti, sazı kaldı..

Bu yazıyı niye mi yazıyorum, zahiri ereği ve gereği katıldığım bir konferanstan ilhamla kalemin yükü hakkında aklıma ve yüreğime biriken mefhumları soyutluklarından soyarak somut âlemde görünür kılmak. Bunun tek yolu yazmak diyeceğim, yazımı şu anda okuyan nadir ve nadide okuyucu da diyecek ki: Ya konuşmak? Konuşmak da var tabii, ama biliyoruz ki söz uçar, yazı kalır ve yazı bir mana, şöhret ve en nihayetinde beka arayışıdır. Batınî (gizil) gerekçemi de izhar ettim sanırım.

"Âdem, dedikleri endişedir, gayr-i âdem üstühan ü rişedir ." demiş Niyazi Mısrî İrfan Sofraları’nın beşinci sofrasında. Yani “ey kardeş, sen düşüncesin, düşünceden ibaretsin, gayrısı kemik ve kıldır.”  deyip devam etmiş “Âdemin endişesi olsa latif, şüphesiz zâtı olur anın şerif." İşte  insan olmanın şerefini latif üsluplarıyla dile getiren, yani düşüncelerini kelime kalıbına dökerek yaşadıkları zamanın şahitliklerini üstlenmiş pek çok kalem olmuş dünyada ve olacak..

“Senin yıldızların kelimeler, söyle raks etsinler, alev saçlarıyla sonsuz bahçesinde hayallerinin. Kelime, ormanda uyuyan dilber;  şair uzaklardan gelen şehzade. Öyle seveceksin ki kelimeleri, sana yetecekler. Kelimeler benim sudaki gölgem, okşayamam onları, öpemem. Bir davet olarak güzel kelime ve muhterem. Gönülden gönüle köprü, asırdan asıra merdiven. Kelime kendimi seyrettiğim dere. Kelime sonsuz, kelime âdem.”  diyor endişesini-düşüncesini- her dem mugalataya (laf dolmabaçlığına) kaçmadan en veciz ifadelerle aktaran kalem Cemil Meriç. Bu arada yeri gelmişken günümüz insanının pek meş’um dertlerinden birine de değinmek istiyorum.. Külfetin zahiren azaldığı, nimetin bollaştığı-çoklaştığı bu devirde çoğumuz ne kadar az kelimeyle yaşamımızı idame ettiriyoruz ve işin kötü tarafı bundan da hiç mi hiç şikâyetçi değiliz. Kelimen kadar varsın oysaki, çünkü kelime demek duygu demek, düşünce demek, hayal demek.. Yaşam alanın kelime hazinen kadar geniş ve renkli. Kullandığımız kelimelerin çoğuysa laf-ı güzaf(beyhude söz, abes, faydasız lakırdı)  niteliğinde ne yazık ki..

Eskiler sözü de kıymetine binaen laf ve kelam diye ayırırlarmış.. Sözün kıymetlisine kelam;  alelade olanına, gelişigüzel söylenenine ise laf derlermiş. Kelamın düşünülmüş söz olma özelliğinden olsa gerek malzemesi düşünce olan felsefeye de kelam demiş atalar.. İşte bu ayrımdan bahseden bir yazısında İskender PalaLaf kelimesinin tam karşılığı çer-çöptür.” diyor ve ekliyor: “Siz siz olun, kelam ile lafın o ince çizgisini asla çiğnemeyin.”  

Sözleri kelam mertebesinde olan birçok yazar ve şair, kalemin yükünün idrakiyle ve bu yükümlülük şuuruyla aydınlanmış ruhlarından nefesler üfleyerek insan olmanın, yaşıyor olmanın anlamına can verdiler. Karanlıklar içinde yolda kalmışlara, yolunu şaşırmışlara, çıkacak veya gidecek yol bulamayanlara fener oldular, ışık tuttular..

 Ben yazar veya şairleri yani sözün sultanlarını üstlendikleri rollere göre ikiye ayırıyorum. Kimileri yaşadıkları dönemin insanlarına, onların yaşayışlarına, yaşadıklarına, duygularına, düşüncelerine, hayallerine, meramlarına ayna tutup kabiliyetleri kâbilince tercüman olmakla, yani sadece şahitliklerini dile getirmekle yetinmiş, yani bir nevi yaşadıkları zamanın fotoğrafını çekmiş; kimileri ise bununla yetinmeyip gördüğü her meselenin mes’uliyet gerektirdiği şuuruyla hareket etmiş, “İddian varsa yaşarsın; sen iddian, rüyan kadarsın.” diyerek mefkûresi çerçevesinde hakikat  ilminden nasipleri kâbilince insanlara yol göstermeye çalışmış, bir nevi sözleriyle sadece olanı değil, olması gerekeni de resmetmiş.. O saçlar ağartan, beller büken “teklif sırrı”nın hikmeti gereğince bireyin ve toplumun tekamülü için, tarih -özneleri farklı olgular etrafında- tekerrür etmesin için; hep acılar, felaketler öğretmeni olmasın insanın diye bin nasihat etmeyi evla görmüşler.. İşte onlardır kelâmın haysiyet olduğunu bilen ,ideaları olan, ütopyaları ve distopyaları olan; “Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için” diyen Yunus gönüllüleri, eşrefi mahlukat olanı esfele safilinden kurtarmaya çalışan; sanatın muhasebeleştirilmeyeceği bir dünya özleyen, dertli dolap misali “Dağda kestiler bezenim /Bozuldu türlü düzenim / Ben bir uslanmaz ozanım / Derdim vardır, inilerim” diyen bağımsız ruhlar..

“Dert, insana daima yol gösterir. Dünyadaki her iş için , bir insanın içinde ona karşı bir aşk, bir heves, bir dert olmazsa insan o işi yapamaz ve o iş dertsiz, zahmetsiz olarak ona müyesser olmaz.” diyor gönüller sultanı Mevlana.  Hakikati gören ve onu anlatma derdine düşen uslanmaz ozanlar..

Mesela “Ölenler göreve çağırıyorlar,” diyen yazar Soljenitsin, “Milyonlarca ölü… her gün, her birisi göreve çağırıyor.  Onlar ölü.  Sen yaşıyorsun. Görevini yap. Dünya olan biten he rşeyi öğrenmeli… Görevini yap.  Nefretin ve zulmün cehenneme çevirdiği cinnet çukurunda  telef olan yüzbinlerin hiç değilse insan olduklarının kaydedilmesini sağla. Görevini yap.”

Bir başka örnek, sukut-ı hayaliyle Pitirim Sorokin:  “Birinci Dünya Savaşından sonra olan bitenin beni şaşkına çevirdiğini itiraf etmekten utanmıyorum,” diye başlar, “Beklediğim barışın tekâmülüydü, savaşın değil. Toplumun barış içinde yeniden düzenlenmesiydi, kanlı ihtilaller değil. Merhametti, kitle katliamları değil. Arıtılmış demokrasilerdi, otokratik diktatorya değil. Bilimin ilerlemesiydi, propagandanın ve gerçeğin yerine geçen otoriter sloganlar değil. Her cephede ilerlemeydi, barbarlığa geri dönüş değil.”  

Ve haz, hız ve ayartının kucağında debelenen modern çağın insanına içine düştüğü acı gerçeği haykıran büyük düşünür Nietzsche: “Avrupa, ölüler evini andırıyor... Çöl büyüyor... İnsan, amacını yitirdi... Hayat bitti... Felsefemiz, ahlâkımız dekadansın (tefessühün, çöküşün) formlarına dönüştü.”

“Orijinal (özgün), doğrudan kaynağından veya mebdeinden fışkıran ve yan etkilerle kirlenmemiş bir su gibidir. Orjinallik (özgünlük) bu yüzden ilhamla ilgilidir, çünkü tüm orjinler mütealdir.”diyor  Martin Lings. Farklı diyarlardan, farklı dillerden ama aynı hakikat kaynağından aldıkları ilhamla beslenen kirlenmemiş ruhlardan aynı tonda çağıldayan ortak sesler bakın ne diyor:

“Adam aldırmada geç git! , diyemem aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!” Mehmet Âkif.

 “Hakikatı gören, başkaları farklı düşünüyorlar diye onu haykırmaktan çekiniyorsa hem budala, hem de alçaktır.” Defoe

“İkra’ bismi rabbikellezî halak”- “Oku, Yaratan Rabbinin adıyla” Alak/1

 “Nûn vel kalemi ve mâ yesturûn”- “Nûn. Kaleme ve satır satır yazdıklarına andolsun!” Kalem /1

“Yâ eyyuhâl muzzemmil. Kumil leyle illâ kalîlâ.”- “Ey örtünüp bürünen! Az bir kısmı hariç olmak üzere, geceleyin kalk!” Müzemmil /1-2

Yâ eyyuhâl muddessir. Kum fe enzir.”-“Ey bürünüp sarınan!  Kalk artık uyar.” Müddessir/ 1-2

 İnsanoğluna son İlahî mesaj olan Kur’an-ı Kerîm’in nuzül sırasına göre ilk dört sûresinin ilk ayetlerinde Yüce Rabbimiz, “okumanın, yazmanın, sorumluluk bilinciyle kalkıp uyarmanın”  önemine işaret buyuruyor. İşte bu ayetlerdeki hikmeti duyan, gören, bilen, kavrayan sorumluluk sahibi aklı temiz, gönlü aydın kişiler; okumalarını olgunlaştırıp karanlıklar aydınlığa evrilsin diye yazmaya, yazdıklarıyla yine nuzül sırasında ilk sûrelerden olan Asr sûresinde belirtildiği üzere hüsranda olan insanlığı uyarmaya çalışmışlardır. Bütün bu eylemleri gerçekleştirmek,  aynı zamanda okumayı, kalemle yazmayı, bilmediklerini öğrenmeyi, beyanı öğreten Rabbe şükrün en güzel ifade ediş biçimlerindendir.

Dipnotlar:

1.Nûn, bir nokta ile bir hokka ve çanak gibi daireyi andırır bir şekilde yazılır. İsmi de, başı ve sonu bir olan lafzıdır. Harf denilen sesler içinde en titreşimli ses olması ve yaratılış kitabının düzeninde derece derece tek ve basit şeylerden bileşimler dizilerek baştan sona Hakkın varlığını gösteren âyetler satıra konmuş olduğu gibi, fikir ve konuşmada ve kalemle yazıda da cümlelerin kelimelerden, kelimelerin harflerden dizilmesi nedeniyle ya özel olarak bir şeyi zikredip hepsini kastetme türünden bütün hecâ harflerine işaret olarak veya beşer iniltisini ve yaratılış tınlamasını en fazla temsil eden bir ses yahut bize göre bir merkeze bakan yarım küre şeklinde görünen âlemin yer ve göğü ile suret ve mânâsını veya kalemle yazı yazılan bir hokka ile mürekkebini andırır bir şekilde yazılan harfinin özellikle kendisini göstererek fıtratta söz ve yazının kaynak ve gayesine bir işaret ve bunlara yemin ile dilin ve yazının ve yazı yazanların kıymetine dikkat çekerek meydan okuma ve çağrı ifade eder bir harftir. Ki zihinleri bir noktada derinlere götürerek indirilmiş kitaptan yaratılış kitabına ve varlığın başlangıcına kadar bütün harfleri düşündürebilir.” Elmalılı Hamdi Yazır

2.Müddessir , "disâr" denilen örtüye bürünen demektir. Disâr; entari, cübbe, kaftan, ihram gibi giyilen veya örtülen dış giysi veya bürgü demektir.  İkrime'nin açıklamasına göre, "Peygamberlik ve olgunluklara bürünüp giyinmiş olan" demektir. Bu mânâlarla bu hitap Müzzemmil gibi Peygamberliğin ilk duyurulmasında şöyle bir kinaye ile uyanık olmaya daveti hissettirir: Ey o bürünen, ey o kendisine verilmiş olan hakikati halkın bakış ve görüşünden gizleyen! O bürünmek zamanı geçti. Uyanmak, görünmek, o hakikati açıklamak, zahmetler çekmek, sıkıntılara katlanmak, halka doğruyu göstermek, etrafı temizlemek için yükümlülükler ve ağır yükler yüklenerek büyük bir kararlılıkla kalkıp hareket etmek zamanı geldi.” Elmalılı Hamdi Yazır

3. “Müzemmil, ‘Örtüsüne bürünüp örtünen’demektir ki büyük bir olay karşısında başını içine çekmek, gizlenmek, kaçınmak, rahata meyletmek gibi kinaye mânâları da olabilir. Tezemmül mastarının üç harfli kökü olan "zeml" kelimesinin birçok anlamı vardır. Mesela, zeml, atın terkisine birisini almak, yük yüklemek mânâsına gelir. Zemîl ve ziml, binicinin arkasına oturan, arkadaş; zümle de çok yoldaş topluluğu demektir. Bu bakımdan "tezemmül" kelimesi bunların herhangi birinden türetilerek bu bâba nakledilmiş olabilir. Bir de müzzemmil, yük yüklemek mânâsına gelen zeml'den türetilerek "yükü yüklenen" mânâsına olduğu söylenmiştir.” Elmalılı Hamdi Yazır


Dipnotlar:

1.Niyazi Mısrî:  17. yüzyıl Halvetiye tarikatının Niyâziyye kolunun kurucusu, büyük bir sûfî ve tasavvuf edebiyatı ustası şair

2. Aleksandr İsayeviç Soljenitsin: Nobel edebiyat ödülü sahibi Rus yazar

3. Pitirim Sorokin: Harvard’ın sosyoloji bölümünü kuran bilim adamı.  Rus kökenli, hümanist aydınlanmacı.

4. Friedrich Wilhelm Nietzsche: Alman filologfilozof,kültür eleştirmenişair ve besteci.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.