Neler yaşanmadı ki şu gökkubbenin altında. Doğuşlar, büyüyüşler,
küçülüşler, ölüşler.. Kimi gönlün derin mahzenlerinde, kimi gören gözlerin
şahitliğinde, kimi sessiz, nefessiz, kimi arş-ı ala’ya varan haykırışlar, vaveylalar; kırıklar,
hıçkırıklar, ağlayışlar, gülüşler..
Ne görmedi ki şehadetini (şahitliğini) bilmediğimiz ve/veya ummadığımız, umursamadığımız felekler
ve de kâtip melekler.. Büyüklü küçüklü, irili ufaklı, hüzünlü sevinçli,
uzunca-kısaca, erkekçe kadınca dostluklar, düşmanlıklar; aydınlıkları örten
karanlıklar, karanlığı en koyu anında yaran aydınlıklar; zorluklar,
kolaylıklar; hicranlar, vuslatlar, kavuşamayışlar; hicretler, varışlar,
varamayışlar; hemrahlıklar(yoldaşlıklar), gümrahlıklar, yolda kalmışlıklar, yol
bulamamışlıklar; sadıklıklar, ihanetler;
savruluşlar, dik duruşlar; tutunuşlar, tutunamayışlar; ümitler,
nevmit(ümitsizlik)ler…
Kimler geçmedi ki bu feleğin çemberinden?.. Yüklemin yükünü taşıyan,
taşıyamayan özneler; kendi cümlesinde bile özne olamayan nesneler; ardına bakıp
gidenler, ardına bakmadan gidenler, gidip de dönenler, dönmeyenler,
dönemeyenler; var olanlar, varlıktan haberdar olanlar, yokluklar, yok olanlar;
varsıllar, yoksullar; failler,
mef’ullar, faili meçhullar… Nice
hayaller, idealar, ütopyalar; gerçekler, gerçekleşenler, gerçekle yüzleşenler,
distopyalar…
Tüm bunların muvakkat(vakitsınırlı) şahidi olduğumuz bu devranda çoğu
gitti, azı kaldı; çünkü söz uçtu, yazı kaldı.. Yani dost gönüller hatırda
tutsun diye Veysel gitti, sazı kaldı..
Bu yazıyı niye mi yazıyorum, zahiri ereği ve gereği katıldığım bir
konferanstan ilhamla kalemin yükü hakkında aklıma ve yüreğime biriken
mefhumları soyutluklarından soyarak somut âlemde görünür kılmak. Bunun tek yolu
yazmak diyeceğim, yazımı şu anda okuyan nadir ve nadide okuyucu da diyecek ki:
Ya konuşmak? Konuşmak da var tabii, ama biliyoruz ki söz uçar, yazı kalır ve
yazı bir mana, şöhret ve en nihayetinde beka arayışıdır. Batınî (gizil)
gerekçemi de izhar ettim sanırım.
"Âdem, dedikleri endişedir, gayr-i âdem üstühan ü rişedir ."
demiş Niyazi Mısrî İrfan Sofraları’nın beşinci sofrasında. Yani “ey kardeş, sen
düşüncesin, düşünceden ibaretsin, gayrısı kemik ve kıldır.” deyip devam etmiş “Âdemin endişesi olsa
latif, şüphesiz zâtı olur anın şerif." İşte insan olmanın şerefini latif üsluplarıyla dile
getiren, yani düşüncelerini kelime kalıbına dökerek yaşadıkları zamanın
şahitliklerini üstlenmiş pek çok kalem olmuş dünyada ve olacak..
“Senin yıldızların kelimeler, söyle raks etsinler, alev saçlarıyla sonsuz
bahçesinde hayallerinin. Kelime, ormanda uyuyan dilber; şair uzaklardan gelen şehzade. Öyle seveceksin
ki kelimeleri, sana yetecekler. Kelimeler benim sudaki gölgem, okşayamam
onları, öpemem. Bir davet olarak güzel kelime ve muhterem. Gönülden gönüle
köprü, asırdan asıra merdiven. Kelime kendimi seyrettiğim dere. Kelime sonsuz,
kelime âdem.” diyor
endişesini-düşüncesini- her dem mugalataya (laf dolmabaçlığına) kaçmadan en
veciz ifadelerle aktaran kalem Cemil Meriç. Bu arada yeri gelmişken günümüz insanının
pek meş’um dertlerinden birine de değinmek istiyorum.. Külfetin zahiren
azaldığı, nimetin bollaştığı-çoklaştığı bu devirde çoğumuz ne kadar az
kelimeyle yaşamımızı idame ettiriyoruz ve işin kötü tarafı bundan da hiç mi hiç
şikâyetçi değiliz. Kelimen kadar varsın oysaki, çünkü kelime demek duygu demek,
düşünce demek, hayal demek.. Yaşam alanın kelime hazinen kadar geniş ve renkli.
Kullandığımız kelimelerin çoğuysa laf-ı güzaf(beyhude söz, abes, faydasız
lakırdı) niteliğinde ne yazık ki..
Eskiler sözü de kıymetine binaen laf ve kelam diye ayırırlarmış.. Sözün
kıymetlisine kelam; alelade olanına,
gelişigüzel söylenenine ise laf derlermiş. Kelamın düşünülmüş söz olma
özelliğinden olsa gerek malzemesi düşünce olan felsefeye de kelam demiş
atalar.. İşte bu ayrımdan bahseden bir yazısında İskender Pala “Laf
kelimesinin tam karşılığı çer-çöptür.” diyor ve ekliyor: “Siz siz olun, kelam
ile lafın o ince çizgisini asla çiğnemeyin.”
Sözleri kelam mertebesinde olan birçok yazar ve şair, kalemin yükünün idrakiyle
ve bu yükümlülük şuuruyla aydınlanmış ruhlarından nefesler üfleyerek insan
olmanın, yaşıyor olmanın anlamına can verdiler. Karanlıklar içinde yolda
kalmışlara, yolunu şaşırmışlara, çıkacak veya gidecek yol bulamayanlara fener
oldular, ışık tuttular..
Ben yazar veya şairleri yani sözün
sultanlarını üstlendikleri rollere göre ikiye ayırıyorum. Kimileri yaşadıkları
dönemin insanlarına, onların yaşayışlarına, yaşadıklarına, duygularına,
düşüncelerine, hayallerine, meramlarına ayna tutup kabiliyetleri kâbilince
tercüman olmakla, yani sadece şahitliklerini dile getirmekle yetinmiş, yani bir
nevi yaşadıkları zamanın fotoğrafını çekmiş; kimileri ise bununla yetinmeyip gördüğü
her meselenin mes’uliyet gerektirdiği şuuruyla hareket etmiş, “İddian varsa
yaşarsın; sen iddian, rüyan kadarsın.” diyerek mefkûresi çerçevesinde hakikat ilminden nasipleri kâbilince insanlara yol
göstermeye çalışmış, bir nevi sözleriyle sadece olanı değil, olması gerekeni de
resmetmiş.. O saçlar ağartan, beller büken “teklif sırrı”nın hikmeti gereğince bireyin
ve toplumun tekamülü için, tarih -özneleri farklı olgular etrafında- tekerrür
etmesin için; hep acılar, felaketler öğretmeni olmasın insanın diye bin nasihat
etmeyi evla görmüşler.. İşte onlardır kelâmın haysiyet olduğunu bilen ,ideaları
olan, ütopyaları ve distopyaları olan; “Ben gelmedim dava için, benim işim sevi
için” diyen Yunus gönüllüleri, eşrefi mahlukat olanı esfele safilinden
kurtarmaya çalışan; sanatın muhasebeleştirilmeyeceği bir dünya özleyen, dertli
dolap misali “Dağda kestiler bezenim /Bozuldu türlü düzenim / Ben bir uslanmaz
ozanım / Derdim vardır, inilerim” diyen bağımsız ruhlar..
“Dert, insana daima yol gösterir. Dünyadaki her iş için , bir insanın
içinde ona karşı bir aşk, bir heves, bir dert olmazsa insan o işi yapamaz ve o
iş dertsiz, zahmetsiz olarak ona müyesser olmaz.” diyor gönüller sultanı
Mevlana. Hakikati gören ve onu anlatma
derdine düşen uslanmaz ozanlar..
Mesela “Ölenler göreve çağırıyorlar,” diyen yazar Soljenitsin,
“Milyonlarca ölü… her gün, her birisi göreve çağırıyor. Onlar ölü.
Sen yaşıyorsun. Görevini yap. Dünya olan biten he rşeyi öğrenmeli…
Görevini yap. Nefretin ve zulmün cehenneme çevirdiği cinnet çukurunda
telef olan yüzbinlerin hiç değilse insan olduklarının kaydedilmesini
sağla. Görevini yap.”
Bir başka örnek, sukut-ı hayaliyle Pitirim Sorokin: “Birinci Dünya Savaşından sonra olan bitenin
beni şaşkına çevirdiğini itiraf etmekten utanmıyorum,” diye başlar, “Beklediğim
barışın tekâmülüydü, savaşın değil. Toplumun barış içinde yeniden
düzenlenmesiydi, kanlı ihtilaller değil. Merhametti, kitle katliamları değil.
Arıtılmış demokrasilerdi, otokratik diktatorya değil. Bilimin ilerlemesiydi,
propagandanın ve gerçeğin yerine geçen otoriter sloganlar değil. Her cephede
ilerlemeydi, barbarlığa geri dönüş değil.”
Ve haz, hız ve ayartının kucağında debelenen modern çağın insanına içine
düştüğü acı gerçeği haykıran büyük düşünür Nietzsche: “Avrupa, ölüler evini
andırıyor... Çöl büyüyor... İnsan, amacını yitirdi... Hayat bitti...
Felsefemiz, ahlâkımız dekadansın (tefessühün, çöküşün) formlarına dönüştü.”
“Orijinal (özgün), doğrudan kaynağından veya mebdeinden fışkıran ve yan
etkilerle kirlenmemiş bir su gibidir. Orjinallik (özgünlük) bu yüzden ilhamla
ilgilidir, çünkü tüm orjinler mütealdir.”diyor
Martin Lings. Farklı diyarlardan, farklı dillerden ama aynı hakikat
kaynağından aldıkları ilhamla beslenen kirlenmemiş ruhlardan aynı tonda çağıldayan
ortak sesler bakın ne diyor:
“Adam
aldırmada geç git! , diyemem aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar
kaldırırım!” Mehmet Âkif.
“Hakikatı gören, başkaları farklı düşünüyorlar
diye onu haykırmaktan çekiniyorsa hem budala, hem de alçaktır.” Defoe
“İkra’ bismi rabbikellezî halak”- “Oku, Yaratan
Rabbinin adıyla” Alak/1
“Nûn vel kalemi ve mâ yesturûn”- “Nûn.
Kaleme ve satır satır yazdıklarına andolsun!” Kalem /1
“Yâ eyyuhâl
muzzemmil. Kumil leyle illâ kalîlâ.”- “Ey örtünüp bürünen! Az bir kısmı hariç
olmak üzere, geceleyin kalk!” Müzemmil /1-2
“Yâ
eyyuhâl muddessir. Kum fe enzir.”-“Ey bürünüp sarınan! Kalk
artık uyar.” Müddessir/ 1-2
İnsanoğluna son İlahî mesaj olan
Kur’an-ı Kerîm’in nuzül sırasına göre ilk dört sûresinin ilk ayetlerinde Yüce
Rabbimiz, “okumanın, yazmanın, sorumluluk bilinciyle kalkıp uyarmanın” önemine işaret buyuruyor. İşte bu ayetlerdeki
hikmeti duyan, gören, bilen, kavrayan sorumluluk sahibi aklı temiz, gönlü aydın
kişiler; okumalarını olgunlaştırıp karanlıklar aydınlığa evrilsin diye yazmaya,
yazdıklarıyla yine nuzül sırasında ilk sûrelerden olan Asr sûresinde
belirtildiği üzere hüsranda olan insanlığı uyarmaya çalışmışlardır. Bütün bu
eylemleri gerçekleştirmek, aynı zamanda
okumayı, kalemle yazmayı, bilmediklerini öğrenmeyi, beyanı öğreten Rabbe şükrün
en güzel ifade ediş biçimlerindendir.
Dipnotlar:
1. “Nûn, bir nokta ile bir hokka ve çanak gibi daireyi
andırır bir şekilde yazılır. İsmi de, başı ve sonu bir olan lafzıdır. Harf
denilen sesler içinde en titreşimli ses olması ve yaratılış kitabının düzeninde
derece derece tek ve basit şeylerden bileşimler dizilerek baştan sona Hakkın
varlığını gösteren âyetler satıra konmuş olduğu gibi, fikir ve konuşmada ve
kalemle yazıda da cümlelerin kelimelerden, kelimelerin harflerden dizilmesi
nedeniyle ya özel olarak bir şeyi zikredip hepsini kastetme türünden bütün hecâ
harflerine işaret olarak veya beşer iniltisini ve yaratılış tınlamasını en
fazla temsil eden bir ses yahut bize göre bir merkeze bakan yarım küre şeklinde
görünen âlemin yer ve göğü ile suret ve mânâsını veya kalemle yazı yazılan bir
hokka ile mürekkebini andırır bir şekilde yazılan harfinin özellikle kendisini
göstererek fıtratta söz ve yazının kaynak ve gayesine bir işaret ve bunlara
yemin ile dilin ve yazının ve yazı yazanların kıymetine dikkat çekerek meydan
okuma ve çağrı ifade eder bir harftir. Ki zihinleri bir noktada derinlere
götürerek indirilmiş kitaptan yaratılış kitabına ve varlığın başlangıcına kadar
bütün harfleri düşündürebilir.” Elmalılı Hamdi Yazır
2.“Müddessir , "disâr" denilen örtüye bürünen
demektir. Disâr; entari, cübbe, kaftan, ihram gibi giyilen veya örtülen dış
giysi veya bürgü demektir. İkrime'nin
açıklamasına göre, "Peygamberlik ve olgunluklara bürünüp giyinmiş
olan" demektir. Bu mânâlarla bu hitap Müzzemmil gibi Peygamberliğin ilk
duyurulmasında şöyle bir kinaye ile uyanık olmaya daveti hissettirir: Ey o
bürünen, ey o kendisine verilmiş olan hakikati halkın bakış ve görüşünden gizleyen!
O bürünmek zamanı geçti. Uyanmak, görünmek, o hakikati açıklamak, zahmetler
çekmek, sıkıntılara katlanmak, halka doğruyu göstermek, etrafı temizlemek için
yükümlülükler ve ağır yükler yüklenerek büyük bir kararlılıkla kalkıp hareket
etmek zamanı geldi.” Elmalılı Hamdi Yazır
3. “Müzemmil, ‘Örtüsüne bürünüp örtünen’demektir ki büyük bir olay
karşısında başını içine çekmek, gizlenmek, kaçınmak, rahata meyletmek gibi
kinaye mânâları da olabilir. Tezemmül mastarının üç harfli kökü olan
"zeml" kelimesinin birçok anlamı vardır. Mesela, zeml, atın terkisine
birisini almak, yük yüklemek mânâsına gelir. Zemîl ve ziml, binicinin arkasına
oturan, arkadaş; zümle de çok yoldaş topluluğu demektir. Bu bakımdan
"tezemmül" kelimesi bunların herhangi birinden türetilerek bu bâba
nakledilmiş olabilir. Bir de müzzemmil, yük yüklemek mânâsına gelen zeml'den
türetilerek "yükü yüklenen" mânâsına olduğu söylenmiştir.”
Elmalılı Hamdi Yazır
Dipnotlar:
1.Niyazi
Mısrî: 17. yüzyıl Halvetiye tarikatının Niyâziyye
kolunun kurucusu, büyük bir sûfî ve tasavvuf edebiyatı
ustası şair
2. Aleksandr İsayeviç Soljenitsin: Nobel edebiyat ödülü sahibi Rus yazar
3. Pitirim
Sorokin: Harvard’ın sosyoloji bölümünü kuran bilim adamı. Rus kökenli,
hümanist aydınlanmacı.
4.
Friedrich Wilhelm Nietzsche: Alman filolog, filozof,kültür
eleştirmeni, şair ve besteci.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.