25 Haziran 2021 Cuma

İRFANSIZ MAARİF OLUR MU?

 


"Maarif sistemi, ilim, irfan ve hikmet yolculuklarının güzergâhlarını belirler, yapıtaşlarını döşer. Bütün büyük medeniyet atılımları zihniyet atılımlarıdır.” diyor kendini, medeniyetimizin yeni bir ruhla ihyasına adayan Yusuf Kaplan geçenlerde yazdığı bir yazısında.  Bu cümlede dikkatimi celbeden iki anahtar kelime var. Biri “maarif”, diğeri ise “irfan”. İkisi de aynı kökten türemiş kelimeler. Arifler, bilir, zaten onlara tarif de marifet değil.

Kaplan, kişinin irfan mertebesine vasıl olması için önce ilim talim etmesi gerektiğini söyleyip irfan mertebesine erişen kişinin ise ilmini amele dönüştürmesi, hayatına aktarması lüzumunu öngörüyor. Son aşama olan hikmet mertebesinde ise Allah’ın (cc), o kişiye bilmediklerini de öğreteceğini, lütfedeceğini belirtiyor.

Yeni Maarif yani Milli Eğitim Bakanımız Ziya Selçuk Bey’in, geçtiğimiz günlerde bakanlıkta görevli tüm öğretmenlere gönderdiği mailinde “Öğretmenlik, sadece öğrencilere bazı bilgileri öğretmek değil, daha ziyade öğretmenin kendi kemalatını tamamlama ve olgunlaşma yolculuğudur.” ifadelerine yer vermesi, eğitime bakış açısının benzer minvalde olduğunu gösteriyor. Eğitim bireyden başlayarak toplumun olma, olgunlaşma yolculuğu değil midir? Yani, insanın, toplumun kamil olması, her bakımdan kemalata ermesi..

Geçenlerde değinmiştim Niyazi Mısrî (ks) de “İnsan-ı kâmil olmaya, lazım olan irfan imiş.” der bir şiirinde. Peki, maarifin temelinde yer alması gereken, bireyin tekâmülünün ön şartı olan “irfan” ne demek. Bu hususta sözü erbabına bırakmak belki de en iyisi..Üstad Cemil Meriç şöyle tarifler irfanı “Kültürden İrfana” adlı eserinde:

“İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelime.

İrfan, insanoğlunun has bahçesi.. İrfan ayırmaz, birleştirir..

İrfan kendini tanımakla başlar.. Tecessüsü madde dünyasına çivilemeyen, zekâyı zirvelere kanatlandıran, uzun ve çileli bir nefis terbiyesidir, irfan.

İrfan, kemâle açılan kapı, mealle taçlanan ilim..

İrfan, insanı insan yapan vasıfların bütünü..”

Üstad, “kültür-irfan” mukayesesinde monadolojik (millet ya da alt unsurlara özgü bölünemez töz) yapısından dolayı ve bu sebeple ayrıştırıcı olarak gördüğü için kültürden, ayrıştıran yönleri değil ortak ve birleştiren yönleri ön plana çıkaran irfana doğru bir yol bulmamız gerektiğini öne çıkarır. İrfanı “gnosis” yani “uyanmış bilincin tecrübesiyle elde edilen bilgi” olarak görür ve irfanın, eğitimin aslî ve vazgeçilmez temeli olması lüzumunu vurgular.

Tanzimat’tan beri Osmanlı-Türk aydınlarının çoğu Batı’dan devşirdikleri ve bize ait olmayan “hars”ı “bize göre” kılmaya çalışıp bu terkibi “bize özgü”ymüş gibi sundular. İnhitat yani aşağılık duygusuyla kendi irfanına olan itimatlarını yitirdi ve yine üstadın ifadesiyle şu hazin durum ortaya çıktı: “Zavallı Türk aydını... Batılı dostlar alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu. Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarını benimser. Dev, papağanlaşır.”

Sonuçta ne oldu? Gelin Hicranî’nin türküsünden dinleyelim:

“Yakın iken uzak ettin yolları /Mihnet ile yetirdiğim gülleri / Vardın gittin bir kötüye yoldurdun..

Hicrani'yem der ki bakın halına /Dağlar dayanmıyor ah u zarıma / Elim ermez oldu kisb ü kârıma /Çünkü gül yüzlümü elden aldırdım.” 

Bugün gelinen noktada biz ne yapmalıyız? Bence eğitim öncelikli olmak üzere hayatın her alanında tıpkı Batı’nın modernleşmesini kendi kökleri üzerine kurgulaması gibi biz de irfan geleneğimizden yararlanarak medeniyetimizi dünya insanlığı için iddialı bir konuma getirmenin yollarını aramalıyız. “Cihân ârâ cihân içindedir ârâyı bilmezler. O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler.” diyor ya Hayalî, kendimizi tanıyıp kendi cihanımızın ummanındaki inci mercanları keşfedersek bu hedefimiz hayal olmaktan çıkar.

Bu konulara kafa yoran bir yazarın tam bu noktada şöyle tespitleri var: “Tüm belirleyici güç ve çevrelerin, asırlık zihinsel kodların, ön kabullerin, kemikleşmiş oryantal bakışların ötesine bir sıçrama yapılarak ulaşılacak bir yerdir burası. İrfan geleneğinin içeriğini tasavvuf birikimlerinin oluşturduğu şüphesizdir. Ancak bu içerik her hali bir hikmet ile donatılmış olan Güzellik Nebi’sinin yaşam biçiminin temelleriyle berrak bir görüntü sunabilir. İnsan ile insanlar arası ilişki yanı sıra insan ile eşya ve varlık arasındaki ilişkiye dair kodlar, Allah’ın (cc) isimlerinin kesif âlemdeki açılımlarıyla insani zaviyeden karşılığını bulduğu bir düşünüş ameliyesi, irfanî geleneğin güncelleştirilmesine dönük bir zemin oluşturabilir. Burada tasavvuf ile selefi düşüncenin kol kola bir yürüyüşünden söz etmek yerinde olacaktır. Birinin diğerini nakz eden değil, farklı algı biçimindeki görüntüsü olarak anlaşılmalı.”

Bugün hala sıklıkla kullandığımız “halk irfanı”nın temelinin asırlar öncesinde mayası sağlam atılan bir geleneğe dayandığını söylemek sanırım abartı olmaz. O irfan ki en zorlu zamanlarda, süreçlerde bile özvarlığına, namusu olarak gördüğü değerlerine aleni saldırılar olduğunda doğru tavrı belirlemekte bir an tereddüt yaşamamış. Bu irfana sahip insanların çoğu, modern eğitim süreçlerinden geçmemiş, diploma, konum, mal mülk, şöhret sahibi olamamıştır ama kendisini hor ve hakir gören, “göbeğini kaşıyan adam, dağdaki çoban vs. vs.” olarak aşağılayan ebleh çağdaşlarından ne kadar firasetli olduğuna da yakın tarihimiz çok kez şahitlik etmiştir.

Tabii bu irfan geleneğinin temelinde “insanı insan yapan toplumsal eğitim süreçleri” yer alıyor. “Hak, hakkaniyet, adalet, merhamet, diğerkâmlık, yardımlaşma” gibi değerler daha çok informel toplumsal ortamlarda kazandırılıyor. Daha çok haz ve şehevat, daha fazla güç ve imkân, daha fazla kazanç gibi bireysel edinimlerle tatmin hedefini gerçekleştirmeye çalışan modern eğitim anlayış ve yapı-kurumlarıyla “irfan” sahibi nesillerin yetiştirilemeyeceği gün gibi aşikâr.

“O halde çözüm nedir?” diyenleriniz olacak tabii ki..  Çözüme geçmeden Mevalid’ül İrfan-İrfan Sofraları’ndan nasiplenelim biraz ve hal-i pürmelalimize ilişkin birkaç mısra okuyalım eser sahibi Niyazi Mısrî’den:

“Nadanı terketmeden yaranı arzularsın / Hayvanı sen geçmeden, insanı arzularsın.

Man arefe nefsehu, fakat arefe rabbehu /Nefsini sen bilmeden, sübhanı arzularsın.

Sen bu evin kapısın, henüz bulup açmadan / İçindeki kenz’i biyanı arzularsın.

Taşra üfürmekle yalazlanır mı ocak? / Yüzün Hakk’a dönmeden ihsanı arzularsın.

Dağlar gibi kuşatmış “benlik” günahı seni / Günahını bilmeden, gufranı arzularsın.

Cevizin yeşil kabını yemekle tat bulunmaz/ Zahir ile ey fakih Kur’anı arzularsın.

Gurbetliğe düşmeden mihnete sataşmadan / Kebap olup pişmeden püryanı arzularsın.”

Gelelim çözüme. Çözüm bence Milli Eğitim Bakanımız Ziya Selçuk’un dediği gibi masadaki tuzluğu değil, masanın tümünü değiştirmeye matuf adımlar atmak. Örneğin, eski Diyanet İşleri Başkanımız Mehmet Görmez’in geçenlerde katıldığı bir tv programında önerdiği üzere irfan geleneğimizin taşıyıcı kurumları olan tekkelerin yine yeniden resmî hüviyetle açılması, çözüm yollarından biridir bence.

Neden eskiden olduğu gibi ilim okullarda, irfan tekkelerde edinilmesin ki.. Neden Mevlevî, Kadirî, Bektaşî, Nakşibendî  vs. tekkeleri, dergâhları, âsitaneleri, hankâhları halk irfanını yaşatmada yeniden rol almasın ki?

Yozlaşmamış, paçozlaşmamış bir anlayış ile, “İlimsiz tasavvuf olmaz.” ilkesiyle, “iyi olma, iyilik yapma, iyileştirme” amacıyla, “gönülleri fethetme” şuuruyla hareket eden; merdiven altı olmayan, kendine değil cemiyete adam gibi adamlar yetiştiren, Diyanet’çe denetlenebilen şeffaf kurumsal yapısı olan tekkelerin, gittikçe irfansızlaşan ruhumuza bir nefha getirebilceğine inanıyorum. Çok gerekli değil, düşüncesinde olanlara şunu anımsatayım: Yusuf Kaplan’ın tespitiyle 36 Osmanlı padişahının birkaçı hariç hepsi mürîd idi veya Necip Fazıl, Erdem Beyazıt gibi düşünce ve yazın dünyamızın önemli isimlerin gönülleri bu gelenekle aydınlanmış idi.

 

Yazımı Hz. İsa’nın Maide Sûresi 114. ayetinde geçen şu duasıyla bitireyim: "Allah'ım, bize gökten öyle bir sofra indir ki bizden öncekilere de, bizden sonrakilere de bir bayram ve Sen’den bir mucize olsun. Bizi rızıklandır. Muhakkak Sen, rızık verenlerin en hayırlısısın." Allah bize de irfan sofralarından nasiplenmeyi nasip etsin.

*** "Kime yazıyorsun bu mektubu?" diye sormuştu Cemil Meriç, "Elinde hiçbir adres yok." Öyleyse, "Aydınlanmak için yan, aydınlatmak için değil."***

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.