25 Haziran 2021 Cuma

NESEP’TEN SEBEP’E BİR ARADALIK

 


“Kun” dedi Yaradan ve yaratıldı insan.. Hakkında pek az bilgi sahibi olduğumuz ruhtan(1) ve topraktan.. İlk halkediliş öncesi sordu melekler: “Orada bozgunculuk edecek ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” (2) Belki de bu sorunun sorulmasındaki hikmet, yeryüzünün halifesi olmaya namzet insanoğlunun tabiatındaki meşum vechine işaretti. Çünkü var edilen hemen her şey bir zıtlık üzerine kurguluydu. Varlık-yokluk, iyilik-kötülük, hayr-şerr, güzellik-çirkinlik, doğru-yanlış, zulüm-adalet, aydınlık-zulmet.. (3)Ve alemin zübdesi olan insan ve insanların oluşturduğu gruplar, hizipler, cemaatler, cemiyetler; yeryüzünün kendilerine musahhar kılındığı günden bu yana tabiatındaki “ala-yı iliyyin” ile “esfele safilin” arasında bir yolculukta, med-cezirli arayışlarda..

            Münferit olarak oldukça zayıf yaratılan insan (4) yekdiğeriyle ünsiyet kurma hassasıyla ve mecburiyetiyle var edilmişti. Bu sebepten mütevellit insan, zamanla çoğaldı ve yeryüzüne yayıldı. Farklı dillerde kabilelere, boylara, milletlere ayrıldı. İnsanın en yakınından en uzağa hemcinsleriyle münasebeti, aralarında bir hukukun olmasını elzem kılıyordu. İbni Haldun, toplumların ve toplum içi hukukun oluşmasını “asabiyye” kavramı ve kuramı ile açıklar. Bir çeşit sosyal bilinçlilik hali diyebileceğimiz “asabiyye” birkaç farklı şeklide neşv ü nema bulur:   Bir aşiretten veya bir aileden gelmeyle oluşan asabiyye; diğeri dini, hissi, mefkûrevî sebeplerle oluşan asabiyye.. “Asabiyye” deyince tıptaki “sinir hastalıkları ile ilgili hekimlik kolu” anlaşılmasın, buradaki “asabiyye” nesep’ten geliyor ve "yakınlık bağı", "topluluk duygusu", "dayanışma duygusu", "ortak ruh", "toplumsal uyuşma", "toplumsal dayanışma" gibi anlamlarda kullanılıyor.  İbn Haldun’a göre nesep asabiyyeti ilkel, konar-göçer ve bedevi toplumlarda yaygın iken, sebep asabiyyeti daha çok hadarî-medenî-şehirli toplumlarda görülür.

            Tarihin uzak dönemlerinden günümüze nesep asabiyyeti ve insanların buna göre şekillendirdikleri aidiyet bilinci insanlar arasında önemini az ya da çok korumuştur. Eski dönemlerde tarihin bilinen veya bilinmeyen yapraklarında yer almış yığınla kabile devleti veya  “asabiyye” bağı kuvvetli, cesur ve savaşçı cemiyetlerin diğer kabile-kavim cemiyetlerini yenip onlara hükümran olmaları sonucu ortaya çıkan saltanatlar, nesep asabiyyetinin ne kadar önem atfedilen değerli bir olgu olduğunun somut bir göstergesidir. Bu minvalde aklıma “Game of Thrones-Taht Oyunları” dizi filmi geldi. Dizide insanlığın kadim dönemlerinde yaşayan, Yedi Krallık denilen imparatorluğu yönetme ve “yaban”lara karşı koruma hakkının kendilerinde olduğunu düşünen birçok hanedanın (Starklar, Targaryenler, Lannisterler, Baratheonlar..) arasındaki taht oyunları, kavgaları anlatılıyor.

Birçoğumuz günümüz modern dünyasında bunun, yani nesep asabiyyetinin çok önemli olmadığını düşünüyor olabilir. Böyle düşünenlere hala varlığını sürdüren kraliyet aileleri, hanedanları, aile holdingleri örnek gösterilebilir. Mesela insanoğlunun en yüksek medeniyetini kurduklarını düşünen Avrupa’da hala 12 devlet krallıkla yönetilmektedir. Bunların en meşhuru İngiliz Kraliyet ailesinin yönettiği Büyük Britanya Krallığıdır ve maiyetinde 4 ülke ve 17 bağımlı otonom toprak bulunmaktadır. Bu 12 devletten en bilinmeyen diğerleri: Belçika, Danimarka, Hollanda, Norveç,  İspanya ve İsveç’tir. Özellikle gençlerimiz aydınlanma çağı, Fransız İhtilali, sanayi devrimi gibi faktörlerden sonra Batı’da monarşik yönetimlerin tamamen demokratik cumhuriyetlere evrildiğini sanabilir ama öyle değil işte. Tabii bu ülkeler için şunu söyleyebiliriz, bir zamanlar bize çağdaşlaşmanın, çağdaş bir devlete inkılab etmenin önkoşulu olarak sunulan nesep asabiyyetini külliyen zihinlerden ve hatta ülkeden sürgün etme dayatmasının ne kadar sakıt olduğunun müşahhas örneğidir bu ülkeler.. Demek ki  kendilerinin ihtiram ile bağlı kaldıkları nesep asabiyyeti ile demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi sebep asabiyeti bir arada pek âlâ yaşatılabiliniyormuş.. Meseleyi bu müvacehede değerlendirmem sadece tarihî bir gerçekliğe bu nokta-i nazardan da bakılabilir olmasındandır. Yoksa şahsî kanaatim yönetim şeklinin böyle olması gerekliliği noktasında değildir.

Önceleri nesep bağı ile bir arada yaşayıp zamanla toplum hayatı içinde tekâmül eden örfî kurallarla, töre ile bir soylunun liderliğinde hayatını idame ettiren topluluklar zamanla savaşma gücü yüksek olanların farklı coğrafyalardaki topluluklar üzerinde egemen olmasıyla toplumlar oluşmuş ve toplumların idaresi için devlet hukuku anlayışı gelişmeye başlamıştır. İbni Haldun’a göre devlet, insanı hemcinslerinin saldırıları ve zulmünden korumak için oluşur ve insanlar devletin otoritesine, koyduğu kurallara bağlı kalır. Thomas Hobbes’a ve Jean-Jacques Rousseau ‘ya göre ise devlet, bireyleri birbirlerinin şiddet, sahtekârlık veya dikkatsizliğinden korumak için oluşan bir toplumsal sözleşmedir.  Eflatun’a göre devlet, adaleti sağlamak ve güç istemini dengelemek için vardır. Aristoteles’e göre ise devlet, yurttaşların maddi bakımdan refaha ulaşmaları ve ahlâki bakımdan gelişmeleri ve olgunlaşmaları için vardır. Devletler hangi saiklerle oluşmuş, kurulmuş olurlarsa olsunlar kendinin ve yönettikleri toplumun güvenliği ve idamesi için kurallar, yasalar koymak ve uygulamak durumunda kalmıştır.

Mesela; MÖ 2300’lü yıllarda yaşadığı düşünülen Sümer Kralı Urgakina’nın yasaları, MÖ 1700’lü yıllarda  İran körfezinden Diyarbakır'a ve Zagros’tan Batı çöllerine kadar uzanan bir imparatorluk kuran Hammurabi’nin 282 maddelik kanunları, MÖ 100’lü yıllarda yaşayan ve imparatorluğunun sınırlarını doğudan batıya Japon Denizi'nden İtil (Volga) nehrine ve kuzeyden güneye Sibirya'dan Tibet ve Keşmir'e kadar genişleten Büyük Hun İmparatorluğu hâkanı Mete Han’ın kanunları ve daha yakın dönemlerde 1215’te İngiltere’de Papa, Kral ve baronları arasında, kralın yetkilerini belirlemek için imzalanan Magna Carta yasaları, 1789 Fransız devriminden sonra Avrupa’da, 1787 yılında ABD’de yapılan anayasalar.. Bizde ise zevahire bakınca Sened-i İttifak’la başlayan, Tanzimat Fermanı ile devam eden, Kanun-i Esasi ile daha somut bir hale gelen yazılı kanunlar, anayasalar dönemi başlıyor ve 1920, 1924, 1961 ve son olarak 1982 anayasası ile bugünlere geliniyor.

Tabii demincek bahsettiğim süreç ne yazık ki rahmetli Cemil Meriç’in ifadesiyle “deli gömleği” giymiş bir bakış açısı ve kaynağı da Batılılara ait. Yani bugün açın bakın bu “dünyadaki ve Türkiye’deki yasal ve anayasal süreç” konusundaki formel eğitim kitaplarına –üniversiteler dahil- karşınıza yukarda kısaca vermeye çalıştığım bilgiler çıkacaktır. Ne kadar sığ, derinliksiz, kifayetsiz ve dar bir zaviyeden değerlendirilmiş değil mi? Temelinde Batılıların kendilerini dünyanın ve tarihin merkezine koyma ve “tarihin, insanlığın gördüğü ve ulaşabildiği en yüksek medeniyeti biz kurduk, her şeyin tarihinde biz ve bizim belirlediklerimiz dışında herhangi bir şey yok ” ana fikrinin yattığı, diğer tüm toplumları ve medeniyetlerini dışlayan, hatta yok sayan bir anlayış var..

Batılıların böyle bakmasını ve değerlendirmesini anlayabilirim ama bizim hem kendi tarihimize hem dünya tarihine her açıdan –bilim, sanat, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim tarihlerine vs.- onların “gör” dediği yerden bakmamız kabili gayrımümkün bir durumdur. Ve evvel acele bu yerli ve özgün olmayan bakış ve yaklaşım tarzı terk edilip bu alanların tamamında nev’i kendi medeniyet çizgimize münhasır bir bakış, yaklaşım ve duruş geliştirmeli ve bunları “taklitçi öz’üne-töz’üne yabancı olmayan kendimize özgü bir eğitim modeli”yle yeni nesillere aktarmalıyız. Meselemize dönecek olursak ne mi demek istiyorum? Şöyle ki tarihte Türkler, Mısırlılar, Çinliler, Ruslar, İranlılar, Japonlar ve daha birçok kavim birçok devlet kurdular. Mesela bizim tarihimizde Cumhurbaşkanlığı forsunda bulunan 16 yıldızın simgelediği  “Büyük Hun, Avarlar, Hazarlar, Uygurlar, Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuklu, Harzemşahlar, Altınordu, Büyük Timur, Babürler ve Osmanlı gibi birçoğu imparatorluk düzeyinde devletler, yasasız veya anayasasız mı yönetilmiştir? Tabii ki hayır.. Emevî hükümdarı II. Mervân’ın yazdığı, siyasî ve askerî öğütler içeren “Ahdü Mervân ilâ İbnihî Ubeydillâh” eserini, İbnü’l-Mukaffa‘ın Abbâsî Halifesi Mansûr için yazdığı “Risâletü’s-Siyâse”sini, Fârâbî’nin el-Medînetü’l-Fâżıla adlı eserini, Ebû Mansûr es-Seâlibî’nin Hârizm’de hüküm süren II. Me’mûn’a ithaf ettiği Âdâbü’l-Mülûk adlı eserini, Tuğrul Bey’e elçi olarak gönderilen Mâverdî’nin “El-Aĥkâmü’s-Sulŧâniyye’sini ve Teshîlü’n-nažar ve Ta’cîlü’ž-Zafer fî Aħlâķi’l-Melik ve Siyâseti’l-Mülk” adlı eserlerini, Yusuf Has Hacib’in “Kutadgu Bilig”ini, Nizamulmülk’ün “Siyasetnamesi”ni, İbni Haldun’un “Mukaddimesi”ni, Endülüslü hadis ve fıkıh âlimi İbn Ebû Rendeka et-Turtûşî’nin Sirâcü’l-Mülûk adlı eserini,  Gazneliler hânedanının ilk hükümdarı Sebük Tegin’in “Pendnâme”sini ve daha değinmediğim birçok eseri nereye koyacağız. Bunlar sadece devlet yönetiminde uyulması gereken ilkeler mahiyetinde yazılmış eserler. Tarih boyunca büyük medeniyetlerin inkişaf ettiği coğrafyalarda kurulan tüm devletlerde elbette bir hukuk nizamı ve bunu sağlayan kanunnameler, kararnameler, fermanlar, buyruklar oldu.

Batılıların Muhteşem Süleyman dediği Sultan Süleyman’a biz neden “Kanuni” diyoruz. O “muhteşem”liği sağlayan, ehliyet ve liyakata dayalı yönetim anlayışı, toplumun tüm kesimlerine kanunlarla sağlanan adalet ve ekonomik refah değil midir?

Bütün bunların yanı sıra biliyoruz ki Alemlerin Rabbi, insanı ve toplumları bir “takdir” ile yani “ölçü-nizam” ile yaratırken onun hem bireysel hem toplumsal yaşamını en iyi bilen olarak yaşamını düzenleyecek, bireyin ve toplumun her açıdan tekamülünü sağlayacak ahkamı da elçileri aracılığı ile göndermiş ve tarihte birçok toplum kendilerine gönderilen bu “öz” ile ve özellikle son “ekmel din”in Peygamberi Hz. Muhammed’in “Medine Vesikası” ile başlayan süreçte birçok devlet  bu yazılı ahkam ile yönetilmiş; çıkarılan fermanlar, kanunlar, alınan kararlar bu “öz”e dayandırılmıştır. Toplumda sürgit nizamı sağlamayı amaçlayan bu öz’den sapmalar oldukça da toplumsal düzen ve devlet nizamı sarsılmış, zayıflamış veya çökmüştür.

Yazıya başlarken 2011’de TBMM’ye gönderdiğim “anayasada dikkat edilmesi gereken temel hususlar”la ilgili önerimi bugün yine mevzubahis olduğu için aktarmayı düşünmüştüm. Öncesinde bir “mukaddime” maksadıyla düşüncelerimi paylaşmak istedim, yine uzattım. Haftaya inşallah, bu öneri maddelerini paylaşacağım. Selam ve dua ile.

 

Dipnotlar:

1.İsra Sûresi-85. Ayet

2. Bakara Sûresi-30. Ayet

3. Dualizm: Birbirine indirgemeyen iki farklı tözün olduğunu savunan yaklaşım.  Tüm varoluşu yaratan-yaratılanlar, öteki dünya-dünya, ruh-madde gibi tezatlarla açıklayan  perspektif. Çin düşüncesinde Yin-Yang, Hint düşüncesinde Tamus-Satva, Zerdüştilik inancında Ahura mazda- Angra mainyu olarak tasavvur edilir.

4. Nisa Sûresi-28. Ayet

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.