“Kun” dedi Yaradan ve yaratıldı insan.. Hakkında pek az bilgi sahibi
olduğumuz ruhtan(1) ve topraktan.. İlk halkediliş öncesi sordu melekler: “Orada
bozgunculuk edecek ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” (2) Belki de bu sorunun sorulmasındaki hikmet, yeryüzünün halifesi olmaya namzet insanoğlunun
tabiatındaki meşum vechine işaretti. Çünkü var edilen hemen her şey bir zıtlık
üzerine kurguluydu.
Varlık-yokluk, iyilik-kötülük, hayr-şerr, güzellik-çirkinlik, doğru-yanlış,
zulüm-adalet, aydınlık-zulmet.. (3)Ve alemin zübdesi olan insan ve insanların
oluşturduğu gruplar, hizipler, cemaatler, cemiyetler; yeryüzünün kendilerine
musahhar kılındığı günden bu yana tabiatındaki “ala-yı iliyyin” ile “esfele safilin” arasında bir yolculukta, med-cezirli arayışlarda..
Münferit
olarak oldukça zayıf yaratılan insan (4) yekdiğeriyle ünsiyet kurma hassasıyla
ve mecburiyetiyle var edilmişti. Bu sebepten mütevellit insan, zamanla çoğaldı
ve yeryüzüne yayıldı. Farklı dillerde kabilelere, boylara, milletlere ayrıldı.
İnsanın en yakınından en uzağa hemcinsleriyle münasebeti, aralarında bir
hukukun olmasını elzem kılıyordu. İbni Haldun, toplumların ve toplum içi
hukukun oluşmasını “asabiyye” kavramı ve kuramı ile açıklar. Bir çeşit sosyal
bilinçlilik hali diyebileceğimiz “asabiyye”
birkaç farklı şeklide neşv ü nema bulur:
Bir aşiretten veya bir aileden gelmeyle oluşan asabiyye; diğeri dini, hissi,
mefkûrevî sebeplerle oluşan asabiyye..
“Asabiyye” deyince tıptaki “sinir hastalıkları ile ilgili hekimlik kolu”
anlaşılmasın, buradaki “asabiyye” nesep’ten geliyor ve "yakınlık
bağı", "topluluk duygusu", "dayanışma duygusu",
"ortak ruh", "toplumsal uyuşma", "toplumsal dayanışma"
gibi anlamlarda kullanılıyor. İbn
Haldun’a göre nesep
asabiyyeti ilkel, konar-göçer ve bedevi
toplumlarda yaygın iken, sebep
asabiyyeti daha çok hadarî-medenî-şehirli
toplumlarda görülür.
Tarihin
uzak dönemlerinden günümüze nesep asabiyyeti ve insanların buna göre
şekillendirdikleri aidiyet
bilinci insanlar arasında önemini az ya
da çok korumuştur. Eski dönemlerde tarihin bilinen veya bilinmeyen
yapraklarında yer almış yığınla kabile devleti veya
“asabiyye” bağı kuvvetli, cesur ve savaşçı cemiyetlerin diğer
kabile-kavim cemiyetlerini yenip onlara hükümran olmaları sonucu ortaya çıkan saltanatlar, nesep asabiyyetinin ne kadar önem atfedilen
değerli bir olgu olduğunun somut bir göstergesidir. Bu minvalde aklıma “Game of
Thrones-Taht Oyunları” dizi filmi geldi. Dizide insanlığın kadim dönemlerinde
yaşayan, Yedi Krallık denilen imparatorluğu yönetme ve “yaban”lara karşı koruma
hakkının kendilerinde olduğunu düşünen birçok hanedanın (Starklar, Targaryenler, Lannisterler, Baratheonlar..)
arasındaki taht oyunları, kavgaları anlatılıyor.
Birçoğumuz günümüz
modern dünyasında bunun, yani nesep asabiyyetinin
çok önemli olmadığını düşünüyor olabilir. Böyle düşünenlere hala varlığını
sürdüren kraliyet
aileleri, hanedanları, aile holdingleri örnek gösterilebilir. Mesela insanoğlunun en yüksek
medeniyetini kurduklarını düşünen Avrupa’da hala 12 devlet krallıkla yönetilmektedir. Bunların en meşhuru İngiliz
Kraliyet ailesinin yönettiği Büyük Britanya Krallığıdır ve maiyetinde 4 ülke ve 17 bağımlı otonom
toprak bulunmaktadır. Bu 12 devletten en bilinmeyen diğerleri: Belçika, Danimarka,
Hollanda, Norveç, İspanya ve İsveç’tir. Özellikle gençlerimiz aydınlanma çağı, Fransız
İhtilali, sanayi devrimi gibi faktörlerden sonra Batı’da monarşik yönetimlerin
tamamen demokratik cumhuriyetlere evrildiğini sanabilir ama öyle değil işte.
Tabii bu ülkeler için şunu söyleyebiliriz, bir zamanlar bize çağdaşlaşmanın, çağdaş bir devlete inkılab etmenin önkoşulu
olarak sunulan nesep asabiyyetini külliyen zihinlerden ve hatta ülkeden sürgün etme dayatmasının ne kadar sakıt olduğunun müşahhas
örneğidir bu ülkeler.. Demek ki
kendilerinin ihtiram
ile bağlı kaldıkları nesep
asabiyyeti ile demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi sebep asabiyeti
bir arada pek âlâ yaşatılabiliniyormuş.. Meseleyi bu müvacehede değerlendirmem
sadece tarihî bir gerçekliğe bu nokta-i nazardan da bakılabilir olmasındandır.
Yoksa şahsî kanaatim yönetim şeklinin böyle olması gerekliliği noktasında
değildir.
Önceleri nesep bağı ile bir arada yaşayıp zamanla toplum hayatı içinde
tekâmül eden örfî
kurallarla, töre ile bir soylunun liderliğinde
hayatını idame ettiren topluluklar zamanla savaşma gücü yüksek olanların farklı
coğrafyalardaki topluluklar üzerinde egemen olmasıyla toplumlar oluşmuş ve
toplumların idaresi için devlet
hukuku anlayışı gelişmeye başlamıştır. İbni Haldun’a göre devlet, insanı hemcinslerinin saldırıları ve
zulmünden korumak için oluşur ve insanlar devletin otoritesine, koyduğu
kurallara bağlı kalır. Thomas
Hobbes’a ve Jean-Jacques
Rousseau ‘ya göre ise devlet, bireyleri
birbirlerinin şiddet, sahtekârlık veya dikkatsizliğinden korumak için oluşan
bir toplumsal sözleşmedir. Eflatun’a göre devlet, adaleti sağlamak ve güç istemini dengelemek için vardır. Aristoteles’e göre ise devlet, yurttaşların maddi bakımdan
refaha ulaşmaları ve ahlâki bakımdan gelişmeleri ve olgunlaşmaları için vardır.
Devletler hangi saiklerle oluşmuş, kurulmuş olurlarsa olsunlar kendinin ve
yönettikleri toplumun güvenliği
ve idamesi için kurallar, yasalar koymak ve
uygulamak durumunda kalmıştır.
Mesela;
MÖ 2300’lü yıllarda yaşadığı
düşünülen Sümer
Kralı Urgakina’nın yasaları, MÖ 1700’lü
yıllarda İran körfezinden Diyarbakır'a ve Zagros’tan Batı
çöllerine kadar uzanan bir imparatorluk kuran Hammurabi’nin 282 maddelik kanunları, MÖ 100’lü yıllarda
yaşayan ve imparatorluğunun sınırlarını doğudan batıya Japon Denizi'nden İtil
(Volga) nehrine ve kuzeyden güneye Sibirya'dan Tibet ve Keşmir'e kadar
genişleten Büyük Hun İmparatorluğu hâkanı Mete Han’ın kanunları ve daha yakın dönemlerde 1215’te
İngiltere’de Papa, Kral ve baronları arasında, kralın yetkilerini belirlemek
için imzalanan Magna
Carta yasaları, 1789 Fransız devriminden sonra Avrupa’da, 1787
yılında ABD’de yapılan anayasalar.. Bizde ise zevahire bakınca Sened-i
İttifak’la başlayan, Tanzimat Fermanı ile
devam eden, Kanun-i
Esasi ile daha somut bir hale gelen
yazılı kanunlar, anayasalar
dönemi başlıyor ve 1920, 1924, 1961 ve
son olarak 1982 anayasası ile bugünlere geliniyor.
Tabii demincek bahsettiğim süreç ne yazık ki rahmetli Cemil Meriç’in ifadesiyle “deli gömleği” giymiş bir bakış açısı ve kaynağı da Batılılara ait. Yani bugün açın bakın
bu “dünyadaki ve Türkiye’deki yasal ve anayasal süreç” konusundaki formel
eğitim kitaplarına –üniversiteler dahil- karşınıza yukarda kısaca vermeye
çalıştığım bilgiler çıkacaktır. Ne kadar sığ, derinliksiz, kifayetsiz ve dar
bir zaviyeden değerlendirilmiş değil mi? Temelinde Batılıların kendilerini
dünyanın ve tarihin merkezine koyma ve “tarihin, insanlığın gördüğü ve ulaşabildiği en yüksek medeniyeti biz
kurduk, her şeyin tarihinde biz ve bizim belirlediklerimiz dışında herhangi bir
şey yok ” ana fikrinin yattığı, diğer tüm toplumları ve medeniyetlerini dışlayan, hatta yok sayan bir anlayış var..
Batılıların böyle bakmasını ve değerlendirmesini anlayabilirim ama bizim
hem kendi
tarihimize hem dünya tarihine her açıdan –bilim, sanat,
felsefe, siyaset, hukuk, eğitim tarihlerine vs.- onların “gör”
dediği yerden bakmamız kabili
gayrımümkün bir durumdur. Ve evvel acele bu yerli ve özgün olmayan bakış ve
yaklaşım tarzı terk edilip bu alanların tamamında nev’i kendi medeniyet
çizgimize münhasır bir bakış, yaklaşım ve duruş geliştirmeli ve bunları
“taklitçi öz’üne-töz’üne yabancı olmayan kendimize özgü bir eğitim modeli”yle
yeni nesillere aktarmalıyız. Meselemize dönecek olursak ne mi demek istiyorum?
Şöyle ki tarihte Türkler, Mısırlılar, Çinliler, Ruslar, İranlılar, Japonlar ve
daha birçok kavim birçok devlet kurdular. Mesela bizim tarihimizde
Cumhurbaşkanlığı forsunda bulunan 16 yıldızın simgelediği “Büyük Hun, Avarlar,
Hazarlar, Uygurlar, Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuklu, Harzemşahlar, Altınordu,
Büyük Timur, Babürler ve Osmanlı gibi birçoğu imparatorluk düzeyinde devletler,
yasasız
veya anayasasız mı yönetilmiştir? Tabii ki hayır.. Emevî hükümdarı II. Mervân’ın yazdığı, siyasî ve askerî
öğütler içeren “Ahdü Mervân ilâ İbnihî Ubeydillâh” eserini, İbnü’l-Mukaffa‘ın Abbâsî Halifesi Mansûr için yazdığı
“Risâletü’s-Siyâse”sini,
Fârâbî’nin el-Medînetü’l-Fâżıla adlı
eserini, Ebû Mansûr es-Seâlibî’nin Hârizm’de hüküm süren II. Me’mûn’a ithaf ettiği
Âdâbü’l-Mülûk adlı eserini, Tuğrul Bey’e elçi olarak gönderilen Mâverdî’nin “El-Aĥkâmü’s-Sulŧâniyye’sini ve Teshîlü’n-nažar ve Ta’cîlü’ž-Zafer
fî Aħlâķi’l-Melik ve Siyâseti’l-Mülk” adlı eserlerini, Yusuf Has Hacib’in “Kutadgu Bilig”ini, Nizamulmülk’ün “Siyasetnamesi”ni, İbni Haldun’un “Mukaddimesi”ni, Endülüslü hadis ve fıkıh âlimi İbn Ebû Rendeka
et-Turtûşî’nin Sirâcü’l-Mülûk adlı eserini, Gazneliler hânedanının ilk hükümdarı Sebük Tegin’in “Pendnâme”sini ve daha değinmediğim birçok eseri
nereye koyacağız. Bunlar sadece devlet yönetiminde uyulması gereken
ilkeler mahiyetinde yazılmış eserler. Tarih boyunca büyük
medeniyetlerin inkişaf ettiği coğrafyalarda kurulan tüm devletlerde elbette bir hukuk nizamı ve bunu sağlayan kanunnameler, kararnameler,
fermanlar, buyruklar oldu.
Batılıların Muhteşem
Süleyman dediği Sultan Süleyman’a biz
neden “Kanuni” diyoruz. O “muhteşem”liği sağlayan, ehliyet ve
liyakata dayalı yönetim anlayışı, toplumun tüm kesimlerine kanunlarla sağlanan adalet ve
ekonomik refah değil midir?
Bütün bunların yanı sıra biliyoruz ki Alemlerin Rabbi, insanı ve toplumları bir “takdir” ile yani “ölçü-nizam” ile yaratırken onun hem
bireysel hem toplumsal yaşamını en iyi bilen olarak yaşamını düzenleyecek, bireyin ve
toplumun her açıdan tekamülünü
sağlayacak ahkamı
da elçileri aracılığı ile göndermiş ve
tarihte birçok toplum kendilerine gönderilen bu “öz” ile ve özellikle son
“ekmel din”in Peygamberi Hz. Muhammed’in “Medine Vesikası” ile başlayan süreçte birçok devlet bu yazılı ahkam ile yönetilmiş; çıkarılan fermanlar, kanunlar, alınan
kararlar bu “öz”e dayandırılmıştır. Toplumda sürgit nizamı sağlamayı
amaçlayan bu öz’den sapmalar oldukça da toplumsal düzen ve devlet nizamı
sarsılmış, zayıflamış veya çökmüştür.
Yazıya başlarken 2011’de TBMM’ye gönderdiğim “anayasada dikkat edilmesi
gereken temel hususlar”la ilgili önerimi bugün yine mevzubahis olduğu için
aktarmayı düşünmüştüm. Öncesinde bir “mukaddime” maksadıyla düşüncelerimi
paylaşmak istedim, yine uzattım. Haftaya inşallah, bu öneri maddelerini paylaşacağım.
Selam ve dua ile.
Dipnotlar:
1.İsra Sûresi-85. Ayet
2. Bakara Sûresi-30. Ayet
3. Dualizm: Birbirine
indirgemeyen iki farklı tözün olduğunu savunan yaklaşım. Tüm varoluşu yaratan-yaratılanlar, öteki
dünya-dünya, ruh-madde gibi tezatlarla açıklayan perspektif. Çin düşüncesinde Yin-Yang, Hint düşüncesinde Tamus-Satva, Zerdüştilik inancında Ahura
mazda- Angra mainyu olarak tasavvur edilir.
4. Nisa Sûresi-28. Ayet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.