21.asrı, bilgi ve iletişim ismiyle müsemma milenyum çağını yaşıyoruz.
Ve fakat ne aceptir ki ilmin dal budak saldığı, bilginin hard disklere
sığmadığı bu devirde hakikî manâda âlim yok denecek kadar az ve hatta belki de
yok. Çok keskin bir yargı oldu belki ama kanaatim bu minvalde. Tabii benim ilim
ve âlim tabirleriyle kastettiğim 19.asırdan itibaren Batı’da aydınlanma çağı
olarak zikredilen sadece aklın yön verdiği ve sınırlarını çizdiği bilim ve
bilimadamı değil.
İmam-ı Gazalî, aklı akılla
tükettikten sonra şöyle der: “Aklın
hudut noktasına vardım ve gördüm ki, onunla erişmek boş hayâl… Peygamberin ruh
feyzine yapışmaktan ibaret her şey… Öyle yaptım ve kurtuldum.”
Allah’ın ilmi sonsuzdur ve
sınırlı insan aklının her an yeniden var edilen varlığın künhününe külliyyen
vakıf olması imkân dâhilinde değildir. Şöyle bir misal vereyim. Gözlenebilir kâinatta
170 milyar galaksi var olduğu sanılıyor. Bu galaksiler içinde 100
trilyondan fazla yıldız olduğu düşünülüyor. Güneşimizin bunlardan sadece
biri olduğu ve dünyamızın da güneş sistemindeki gezegenlerden biri olduğunu
düşünürsek evrende ne kadar yer kapladığımızı tahmin edebiliriz. İşte küllî
ilim ile cüzî ilim arasında da en az bu kadar fark vardır. Yani bir kişinin
aklıyla öğrenebileceği ilim, dünyanın evrendeki yeri kadardır. Yani
bildiklerimizi bilmediklerimizin yanına koyarsak ya Sokrates gibi “Bildiğim
tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.” ya da ilminden dolayı İmam-ı Azam olarak
anılan Ebu Hanife (R.A) gibi “Bilmediklerimi ayağımın altına
alsaydım başım arşa değerdi.” derdik.
İşte sadece aklıyla, aklın varabildiği ilimle insanın, evrenin
varoluşunu bilmeye, anlamlandırmaya kalkmak, gaybı taşlamak, akıntıya kürek
çekmek gibi bir şeydir ve abesle iştigalden öteye gitmez. Böyle yapmaya
çalışanlar olmamış mı insanlık tarihinde? Olmaz mı hiç? Mesela Friedrich
Wilhelm Nietzsche.. Sadece aklıyla girdiği üst-insanı bulma yolunda
44 yaşında beyin faaliyetlerini yitiren (kafayı yiyen) bir düşünür. Ve daha
nicesi…
Kuranda “ilim, nur, hak ve din”
kelimeleri tekil olarak geçer. Yani çoğulu yok, kesreti yok.. hepsi tevhide işaret
ediyor.. Yani ilm’in, nur’un, hakk’ın-hakikat’in, din’in kaynağı kendisinden
başka ilah olmayan Allah’tır. Bir bakıma şöyle de diyebiliriz: İnsaoğlunun ve
özellikle de son iki yüzyılda Batı’nın çoğullaştırdığı, dallara budaklara
ayırdığı ilimlerin hepsi insanı “Bir” olan Allah’a götürür. Bu gerçeği Said-i Nursi hazretleri şöyle dile getirmiş: “"Vicdanın
ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla
hakikat tecellî eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup,
ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder." Bir başka yerde de Üstad şöyle der: “Her bir kemâlin, her bir ilmin,
her bir terakkiyâtın, her bir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat
bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyâtı ve
muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemâlât, o san'at
kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir surette, nâkıs bir
gölgedir."
Hemen herkesçe bilinen bir söz Hz. Ali’ye isnat edilen: İlim bir noktaydı, onu cahiller çoğalttı.
Bunu tevhide işaret şeklinde yorumlayabiliriz. İbn-i Arabî’nin bütün sayıların 1’lerin toplamından oluştuğuna
işaret etmesi gibi. Yani aslolan ve aslında var olan tek rakam 1’dir, başkası
yok, gerisi yok, yani sıfır. Ve insanoğlunun bin yıllar sonra karşılaştığı
hakikat: Bilgisayarın temel çalışma prensibi ikili sayı sistemi yani sadece 0
ve 1 den oluşan kodlamalardır. Yani “La ilahe- illallah”.
Bu arada
çoğaltma ile artırma mevzuuna da değinmemiz gerekecek. Kur’an-ı Kerîm’de (Taha-114) ““Rabbi zidnî ilmâ-Rabbim! İlmimi
arttır.” diye bir dua vardır. Peygamber
Efendimiz (SAV) ilmini arttırması için Rabbine dua etmiştir. İşte bu
noktada sözü Dücane Cündioğlu’na verelim:
“ Burada kısaca 'artma' ve 'çoğalma'
sözcüklerinin farklı anlam taşıdıklarına işaret etmeli, belki bir de maksûdu
açık kılmak için misâl vermeli: Sözgelimi dikkatin artması başka, çoğalması
başkadır. Dikkatin artması, bir şey üzerindeki dikkatin (ihtimamın) artması
demek... Dikkatin çoğalması ise dikkatin kendisiyle değil, kendisine yöneldiği
şeylerle alâkalı... Karıştırılan yer de burası: ilkinde dikkatin miktarı
artıyor, ikincisinde dikkat edilen şeylerin miktarı çoğalıyor. İlim de böyle... çoğulu yok... aslında o bir noktaydı, noktadan
ibaretti... daha açıkçası ilim bir tek şeyin ilmiydi... esasen bilinmesi
gereken bir tek şey vardı, o şeye dair ilmin artması umulabilir, istenebilirdi;
zira tüketilmesi, tamamlanması mümkün değildi.”
Modern çağda aklı ve bilimi hayatın merkezine yerleştiren Batılı
pozitivistler, ilmi bilmeye dayandırıp ayırıp çoğalttılar: Pozitif bilimler,
sosyal bilimler, formal bilimler, siyasal bilimler.. ve bunların dalları. Her biri farklı bir
alanda farklı gerçekliklere işaret ediyormuş gibi göstermeye çalıştılar. Amaç
akla ve hevaya tapınan insanlardan oluşan toplumlar yaratmak. Batı bilim
dalları içinde din ilimlerini göstermemişti, çünkü onlara göre din ilimle
ilişkilendirilemezdi. Şimdi biz ne yapmalıyız?
Tevhidî bir bakış açısıyla kesretteki vahdeti görecek-gösterecek bir
yöntemle tüm ilimlerle kuşanmalıyız, zira bunu yapmazsak Peyami Safa’nın tabiriyle “ parçayı bütüne, atomu Allah’a bağlayan
bir kavrayış idrakinin züğürdü” oluruz. Hal böyle olunca Said-i Nursi
hazretlerinin işaret ettiği şu tehlikeyle her daim yüz yüze kalacağız:
"Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat
dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım
binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola
gelebilirdi. Çünkü, öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem
kendilerini bilir zannediyorlar.“
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.