25 Haziran 2021 Cuma

EĞİTİM MESELEMİZ-1

 


“Kişinin değeri nedir?” diye sorarlar Mevlana’ya, o da cevap verir: “Aradığı şeydir!” Ve aranması gereken şeyi de şöyle tarifler: Senin canın içinde bir can var, o canı ara! Beden dağının içinde mücevher var, o mücevherin madenini ara!

Evet her insanın içinde bir cevher var, mücevhere dönüştürülmeyi bekleyen.. Hiçbir şeyi maksatsız yaratmayan Rabb, Rahmanî nefesiyle can verdiği ve yeryüzüne halife olarak gönderdiği hiçbir insanı boş yere, vasıfsız, niteliksiz, yeteneksiz yani cevhersiz yaratmamıştır.. Her bir insanın kendine münhasır, kendini özel ve değerli kılacak bir veya birden çok meziyeti, mahareti, istidadı vardır.

Harward Üniversitesi öğretim üyelerinden Howard Gardner tarafından 1983 yılında geliştirilen ve bugün ülkemizde de ders programlarının şekillenmesinde dayanak noktalarından biri olan çoklu zekâ kuramına göre de zekâ, “içinde yaşanılan toplumda faydalı bir şeyler yapabilme kapasitesi, her insanda kendine özgü bulunan yetenek ve beceriler bütünü” olarak tanımlanır. Kişi bu becerisini bulunduğu ortama, mekâna, zamana göre geliştirir. Her birey sahip olduğu zekâ türleriyle birlikte farklı bir öğrenme, problem çözme ve iletişim kurma yöntemine sahiptir.   Yani her insan, her can özeldir, yeteneklidir, değerlidir ve her bir bireyin kâinatta varoluşsal olarak doldurduğu, dolduracağı anlamlı bir yeri vardır. İşte her insanı değerli ve anlamlı kılan bu “özel”liklerin, özünde var olan cevherlerin inkişafı, ortaya çıkarılması ve işlenmesi, geliştirilmesi sürecine de eğitim diyebiliriz.

İmam-ı Azam, eğitimde maksadın; insanın kendi lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesi olduğunu söylüyor. Bunu şöyle de anlayabiliriz, insanın kendinde olanı ve olmayanı bilmesi ve ona göre hayatını şekillendirmesi sürecidir eğitim.

“Her şey akla muhtaçtır, akıl da eğitime.” diyor Hz. Ali. Toplumsal bir varlık olan insan, yaratıldığı, içinde bulunduğu kültürel, sosyal çevreden bağımsız olarak düşünülemez. Bu yüzden eğitim, informel olarak insanın bir aile ortamında hayat bulması ile başlıyor ve hayatının ölümle nihayet bulmasına kadar aile, sosyal muhitler, kurumsal yapılar içinde devam ediyor.  Bu, işin eskilerin “terbiye” dediği yani eğitim boyutu, bir de madalyonun öteki yüzü var, “talim” yani öğretim.. İşte bu boyutta bütün toplumlarda belirlenmiş amaçlar, hedefler, yöntemler, formel yapılar ve süreçler devreye giriyor..

Tarihte müesses nizamı olan bütün toplumlar, kendi varlığının sürgit devamı için, daha müreffeh olmak için istikbalini oluşturacak nesillerin sosyal düzen içinde yer alacağı ve kendi kültürel irfanını yaşatacağı bir eğitim-öğretim sistematiği öngörmüşlerdir.

Ülkemizde de Selçuklu, Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine, geçmişten günümüze yukarıda bahsettiğim devletin, toplumun ve bireyin ihtiyaçlarına, amaçlarına matuf birçok eğitim sistemi uygulanagelmiştir. Selçuklu döneminde birçok ilin ilim ve kültür merkezi olmasını sağlayan Nizamiye Medreselerinin yanında devlet yönetimi alanı için atabeylik sistemi, halkın mesleki eğitim ihtiyacını karşılamak üzere ise ahilik teşkilatları önemli rol oynamaktaydı.

Osmanlılarda ise medrese temelli eğitim modeli özellikle Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde sistematize edilmiş ve ilköğrenim Sıbyan mektepleri, orta ve yükseköğrenim ise umumi veya ihtisas eğitimi veren medreseler aracılığı ile sağlanmıştır. {Haşiye-i Tecrit(Yirmili), Miftan(otuzlu),Kırklı , Ellili, Altmışlı Medreseler, İhtisas Medreseleri (Darul Kura, Darul Hadisler, Daru’ş şifalar), Sahn-ı Seman Medreseleri, Süleymaniye Medreseleri} Bu medreselerde kısm-ı evvel, kısm-ı sani ve kısm-ı âli olmak üzere toplam 12 yıllık bir eğitim-öğretim sürecinde dini ilimler, en az üç dil, sosyal ve fen bilimler alanlarında dersler okutulmuştur.

Tanzimatla beraber ihtiyaçlara binaen ilk ve ortaöğrenimde İbtidailer, Rüştiyeler, İdadiler, Sultaniler, yükseköğrenimde ise daha çok Batılı öğrenim kurumlarını takliden bugünkü üniversite ve yüksekokullara tekabül eden Daru’l Fünun, Mektebi Mülkiyeyi Şahane, Mektebi Tıbbiyeyi Mülkiye, Mektebi Hukuki Şahane, Hendeseyi Mülkiye Mektebi ve Ziraat ve Baytar Mektebi gibi kurumlar açılmıştır.

Cumhuriyet döneminde ise malum-u âliniz üzere kurucu iradenin kararıyla medreseler ve yaygın eğitim kurumları olan tekke ve zaviyeler kapatılmış ve öğretim tamamen merkezden yönetilecek şekilde birleştirilmiştir. Burada şu hususa da değinmek elzem. Cumhuriyet’in kuruluşu ile beraber devlet nizamının tesisinde tamamen Batı’ya teveccüh edilmiş, ideolojik reflekslerle toplumsal hayatı düzenleyen birçok kanun Batı’dan ithal edilmiş ve bu minvalde inkılaplar yapılmıştır. Bunlardan toplumu en çok etkileyenlerden biri ise harf inkılabıdır.

Geçmişle, tarihten tevarüs eden birikimle bağın neredeyse tamamen kopmasına neden olan bu uygulama ile halk cehalete mahkûm edilmiştir. 1927’de Türkiye’deki okur-yazarlık oranının % 8,1 olduğu söylenir.  Tarihçi Kemal Karpat’ın bulguladığı verilere göre 1894-95 yıllarında okur-yazarlık oranı ülke genelinde %66,2’dir. Hatta bu oran Diyarbakır gibi bazı illerde %90’lara bile çıkıyordu. Yani bazılarının iddia ettiği gibi cumhuriyet büyük oranda cahil bir halk devr almamıştı.

Bunun başka bir örneği ise gazete, dergi tirajlarıdır. 1908-1914 arası çıkan gazete ve dergi sayısı 801’dir. Tiraj ise yaklaşık 100 bindir. 1928’e gelindiğinde ise gazete ve dergi sayısı toplam 50’lere düşer ve tiraj 20 bin dolaylarındadır.

Şerif Mardin cumhuriyetin ilk yıllarında klasik lise ve üniversite eğitiminin, cumhuriyetin yönetici seçkinler tabakasına eleman devşirmek üzere düzenlendiğini, liseye ve daha sonra üniversiteye giden köylü, esnaf ve zenaatkar çocuklarının sahip oldukları kültürel hamulenin unsurlarını kaybedip bunların yerine milliyetçilik, devlet kapitalizmine inanç, Batılı terbiyeyi koyduklarını söylüyor. Siyasal ve toplumsal değişmelerin yaşandığı sonraki yıllarda ise bu elit devşirme ve yetiştirmeye dayalı sistemin çöktüğünü ve şehirlilerin kırsallaşması, toplumun de-elitization:elitsizleşmeye uğraması sonucu Durkheimcı eğitimin normatif amacından uzaklaşılarak kopya ettiği Batı Avrupa eğitim kurumlarının sahip olmadığı bir çerçevede ilerlediği tespitini yapıyor.  Son tahlilde ise eğitim kurumlarının geleneksel bütünleştirme mekanizması içinde saf dışı bırakılmış olan şeyi yeniden mecrasına sokamamış olduğunu belirtiyor. Saf dışı bırakılmış olan şey ise ne gariptir ki kendi toplumunu, kültürünü içselleştirme olgusu. Böyle olunca kendi toplumunu tanımayan, kendi kim’liğini tanımlamamış seküler amaçların nadan yolcuları olmaktan öteye gidemeyen nesiller ortaya çıkıyor.

“Hafızasını kaybeden bu zavallı nesilleri biz mahvettik, bu cinayet hepimizin eseri..” diyor üstad Cemil Meriç. Son demlerde müfredat değişiklikleriyle bugüne kadar ihmal edilen toplum hafızasını yeniden canlandırmaya matuf hamleler yapılmaya başlandı. Bu çok olumlu bir gelişme olmakla beraber kanaatimce sadece müfredatla sınırlı olmayan, jakoben ve merkeziyetçi felsefenin sınırlandığı, işin içine sivil toplumun katılacağı, akademik çevrelerin de bilimsel katkı sunacağı amaç, metodoloji ve sistemi geniş çaplı revize hatta reforme eden daha etraflı çalışmalar yapılması gerekmektedir. Bu, tarihten tevarüs eden misyonumuza, jeopolitik, kültürel kimliğimize uygun bir anlayışla yapılmalıdır. 

“Gençlik yapayalnız, her etkiye açık. Gençliği suçlayan çok; anlayan yok! Marifet: Gençliği şah damarından yakalamak, ruh aşısı yapmak!” diyor Yusuf Kaplan bir yazısında. İşte gençliğe bu coğrafyanın çocuğu olarak hem kendini doğru tanıyacağı ve gerçekleştireceği hem de istiklalini koruyacağı, istikbalini şekillendireceği bir şuur aşılayacak bir eğitim modeli sunmak önümüzde duran kaçınılmaz bir vazifedir. Bunu başarabildiğimiz takdirde belki de yazının başında değindiğim Mevlana’nın “canlar içindeki canı” arayıp bulma hedefine de yaklaşmış oluruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.