“Kişinin
değeri nedir?” diye sorarlar Mevlana’ya,
o da cevap verir: “Aradığı şeydir!” Ve aranması gereken şeyi de şöyle tarifler:
Senin canın içinde bir can var, o canı ara! Beden dağının içinde mücevher var,
o mücevherin madenini ara!
Evet
her insanın içinde bir cevher var, mücevhere dönüştürülmeyi bekleyen.. Hiçbir
şeyi maksatsız yaratmayan Rabb, Rahmanî nefesiyle can verdiği ve yeryüzüne
halife olarak gönderdiği hiçbir insanı boş yere, vasıfsız, niteliksiz,
yeteneksiz yani cevhersiz yaratmamıştır.. Her bir insanın kendine münhasır, kendini
özel ve değerli kılacak bir veya birden çok meziyeti, mahareti, istidadı
vardır.
Harward
Üniversitesi öğretim üyelerinden Howard Gardner
tarafından 1983 yılında geliştirilen ve bugün ülkemizde de ders programlarının
şekillenmesinde dayanak noktalarından biri olan çoklu zekâ kuramına göre de zekâ,
“içinde yaşanılan toplumda faydalı bir şeyler yapabilme kapasitesi, her insanda
kendine özgü bulunan yetenek ve beceriler bütünü” olarak tanımlanır. Kişi bu becerisini
bulunduğu ortama, mekâna, zamana göre geliştirir. Her birey sahip olduğu zekâ
türleriyle birlikte farklı bir öğrenme, problem çözme ve iletişim kurma
yöntemine sahiptir. Yani her insan, her can özeldir, yeteneklidir,
değerlidir ve her bir bireyin kâinatta varoluşsal olarak doldurduğu,
dolduracağı anlamlı bir yeri vardır. İşte her insanı değerli ve anlamlı kılan bu
“özel”liklerin, özünde var olan cevherlerin inkişafı, ortaya çıkarılması ve
işlenmesi, geliştirilmesi sürecine de eğitim diyebiliriz.
İmam-ı Azam, eğitimde maksadın; insanın
kendi lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesi olduğunu söylüyor. Bunu şöyle
de anlayabiliriz, insanın kendinde olanı ve olmayanı bilmesi ve ona göre
hayatını şekillendirmesi sürecidir eğitim.
“Her şey akla
muhtaçtır, akıl da eğitime.”
diyor Hz. Ali. Toplumsal bir varlık
olan insan, yaratıldığı, içinde bulunduğu kültürel, sosyal çevreden bağımsız
olarak düşünülemez. Bu yüzden eğitim, informel olarak insanın bir aile
ortamında hayat bulması ile başlıyor ve hayatının ölümle nihayet bulmasına
kadar aile, sosyal muhitler, kurumsal yapılar içinde devam ediyor. Bu, işin eskilerin “terbiye” dediği yani eğitim boyutu, bir de madalyonun öteki yüzü
var, “talim” yani öğretim.. İşte bu
boyutta bütün toplumlarda belirlenmiş amaçlar, hedefler, yöntemler, formel
yapılar ve süreçler devreye giriyor..
Tarihte
müesses nizamı olan bütün toplumlar, kendi varlığının sürgit devamı için, daha
müreffeh olmak için istikbalini oluşturacak nesillerin sosyal düzen içinde yer
alacağı ve kendi kültürel irfanını yaşatacağı bir eğitim-öğretim sistematiği
öngörmüşlerdir.
Ülkemizde
de Selçuklu, Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine,
geçmişten günümüze yukarıda bahsettiğim devletin, toplumun ve bireyin ihtiyaçlarına,
amaçlarına matuf birçok eğitim sistemi uygulanagelmiştir. Selçuklu döneminde birçok ilin ilim ve kültür merkezi olmasını
sağlayan Nizamiye Medreselerinin yanında devlet yönetimi alanı için atabeylik
sistemi, halkın mesleki eğitim ihtiyacını karşılamak üzere ise ahilik
teşkilatları önemli rol oynamaktaydı.
Osmanlılarda ise medrese temelli eğitim
modeli özellikle Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde
sistematize edilmiş ve ilköğrenim Sıbyan mektepleri, orta ve yükseköğrenim ise
umumi veya ihtisas eğitimi veren medreseler aracılığı ile sağlanmıştır. {Haşiye-i
Tecrit(Yirmili), Miftan(otuzlu),Kırklı , Ellili, Altmışlı Medreseler, İhtisas
Medreseleri (Darul Kura, Darul Hadisler, Daru’ş şifalar), Sahn-ı Seman
Medreseleri, Süleymaniye Medreseleri} Bu medreselerde kısm-ı evvel, kısm-ı sani
ve kısm-ı âli olmak üzere toplam 12 yıllık bir eğitim-öğretim sürecinde dini
ilimler, en az üç dil, sosyal ve fen bilimler alanlarında dersler okutulmuştur.
Tanzimatla
beraber ihtiyaçlara binaen ilk ve ortaöğrenimde İbtidailer, Rüştiyeler,
İdadiler, Sultaniler, yükseköğrenimde ise daha çok Batılı öğrenim kurumlarını
takliden bugünkü üniversite ve yüksekokullara tekabül eden Daru’l Fünun,
Mektebi Mülkiyeyi Şahane, Mektebi Tıbbiyeyi Mülkiye, Mektebi Hukuki Şahane,
Hendeseyi Mülkiye Mektebi ve Ziraat ve Baytar Mektebi gibi kurumlar açılmıştır.
Cumhuriyet
döneminde ise
malum-u âliniz üzere kurucu iradenin kararıyla medreseler ve yaygın eğitim
kurumları olan tekke ve zaviyeler kapatılmış ve öğretim tamamen merkezden
yönetilecek şekilde birleştirilmiştir. Burada şu hususa da değinmek elzem.
Cumhuriyet’in kuruluşu ile beraber devlet nizamının tesisinde tamamen Batı’ya
teveccüh edilmiş, ideolojik reflekslerle toplumsal hayatı düzenleyen birçok
kanun Batı’dan ithal edilmiş ve bu minvalde inkılaplar yapılmıştır. Bunlardan toplumu
en çok etkileyenlerden biri ise harf inkılabıdır.
Geçmişle,
tarihten tevarüs eden birikimle bağın neredeyse tamamen kopmasına neden olan bu
uygulama ile halk cehalete mahkûm edilmiştir. 1927’de Türkiye’deki okur-yazarlık
oranının % 8,1 olduğu söylenir. Tarihçi Kemal Karpat’ın bulguladığı verilere
göre 1894-95 yıllarında okur-yazarlık oranı ülke genelinde %66,2’dir. Hatta bu
oran Diyarbakır gibi bazı illerde %90’lara bile çıkıyordu. Yani bazılarının
iddia ettiği gibi cumhuriyet büyük oranda cahil bir halk devr almamıştı.
Bunun
başka bir örneği ise gazete, dergi tirajlarıdır. 1908-1914
arası çıkan gazete ve dergi sayısı 801’dir. Tiraj ise yaklaşık 100 bindir.
1928’e gelindiğinde ise gazete ve dergi sayısı toplam 50’lere düşer ve tiraj 20
bin dolaylarındadır.
Şerif Mardin cumhuriyetin ilk yıllarında klasik
lise ve üniversite eğitiminin, cumhuriyetin yönetici seçkinler tabakasına
eleman devşirmek üzere düzenlendiğini, liseye ve daha sonra üniversiteye giden
köylü, esnaf ve zenaatkar çocuklarının sahip oldukları kültürel hamulenin
unsurlarını kaybedip bunların yerine milliyetçilik, devlet kapitalizmine inanç,
Batılı terbiyeyi koyduklarını söylüyor. Siyasal ve toplumsal değişmelerin
yaşandığı sonraki yıllarda ise bu elit devşirme ve yetiştirmeye dayalı sistemin
çöktüğünü ve şehirlilerin kırsallaşması, toplumun de-elitization:elitsizleşmeye
uğraması sonucu Durkheimcı eğitimin
normatif amacından uzaklaşılarak kopya ettiği Batı Avrupa eğitim kurumlarının
sahip olmadığı bir çerçevede ilerlediği tespitini yapıyor. Son tahlilde ise eğitim kurumlarının geleneksel
bütünleştirme mekanizması içinde saf dışı bırakılmış olan şeyi yeniden
mecrasına sokamamış olduğunu belirtiyor. Saf dışı bırakılmış olan şey ise ne
gariptir ki kendi toplumunu, kültürünü içselleştirme olgusu. Böyle olunca kendi
toplumunu tanımayan, kendi kim’liğini tanımlamamış seküler amaçların nadan
yolcuları olmaktan öteye gidemeyen nesiller ortaya çıkıyor.
“Hafızasını kaybeden bu zavallı nesilleri biz
mahvettik, bu cinayet hepimizin eseri..” diyor üstad Cemil Meriç. Son
demlerde müfredat değişiklikleriyle bugüne kadar ihmal edilen toplum hafızasını
yeniden canlandırmaya matuf hamleler yapılmaya başlandı. Bu çok olumlu bir
gelişme olmakla beraber kanaatimce sadece müfredatla sınırlı olmayan, jakoben
ve merkeziyetçi felsefenin sınırlandığı, işin içine sivil toplumun katılacağı,
akademik çevrelerin de bilimsel katkı sunacağı amaç, metodoloji ve sistemi
geniş çaplı revize hatta reforme eden daha etraflı çalışmalar yapılması
gerekmektedir. Bu, tarihten tevarüs eden misyonumuza, jeopolitik, kültürel
kimliğimize uygun bir anlayışla yapılmalıdır.
“Gençlik yapayalnız, her etkiye açık. Gençliği
suçlayan çok; anlayan yok! Marifet: Gençliği şah damarından yakalamak, ruh
aşısı yapmak!” diyor Yusuf Kaplan bir yazısında. İşte gençliğe bu
coğrafyanın çocuğu olarak hem kendini doğru tanıyacağı ve gerçekleştireceği hem
de istiklalini koruyacağı, istikbalini şekillendireceği bir şuur aşılayacak bir
eğitim modeli sunmak önümüzde duran kaçınılmaz bir vazifedir. Bunu
başarabildiğimiz takdirde belki de yazının başında değindiğim Mevlana’nın
“canlar içindeki canı” arayıp bulma hedefine de yaklaşmış oluruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.